12 EYLÜL HAYATLARI BÖLDÜ


REHA MAĞDEN
(1955 Ordu - 25 Temmuz 2006 İstanbul)

12 EYLÜL Yuvarlak Masa

VS Dergisi, Sayı 6, Eylül 2005

Moderatör: Reha Mağden

Masadakiler: Sıkıyönetim mahkemelerinde devrimcileri savunan avukatlar Kemal Keleşoğlu, İnci İşbulur ve Ergin Cinmen, 12 Eylül toplu siyasi dava sanıkları Bülent Aydın ve Şakir Sinan Güngör, 12 Eylül davalarını mahkeme salonlarında izleyen gazeteci Deniz Teztel

ACIYA BİR TEBESSÜMLÜK YANIT

Reha Mağden: 12 Eylül farklı kesimlerden insanların hayatını etkiledi. Türkiye demokrasi tarihine kara leke sürdü. Sizler o dönemden söz ederken aklınıza ilk gelenler neler? Yaşadıklarınızı rahatlıkla paylaşabiliyor musunuz?

Şakir Sinan Güngör: Biz 12 Eylül’ü aslında hala yaşıyoruz. Darbe sonrasında insanlar hayata tutunmaya çalıştı. Bizler varlığımızı kanıtlamaya çalıştık. Çok gençtik. 17-18 yaşında cezaevine girip 27-28’inde çıkanlar oldu. Onlar yeniden bir kavgaya başladı, bu kez hayatla... Genelde 12 Eylül’ü mizahi yanıyla hatırlamaya çalıştık. Biz de Türkiye de o günleri aşamadı. Ne yaparsak yapalım aşamıyoruz. Merter’de evimde bir çatışma yaşandı.1981’in 13 Şubat gecesiydi. Zekeriya Aydemir öldürüldü. 90 gün boyunca arkadaşlarımla birlikte sorguda kaldım. Hala o günleri çok rahat ve açık konuşamıyorum. Aslında kötü anıların orada kalmasını istiyorum. Biz o zaman yaşadıklarımızı bütün detaylarıyla anlatamadık hiçbir zaman. Belki bu nedenle mizahı tercih ettik. Belki bir gün anlatabileceğiz, bilmiyorum. Zekeriya’nın evimde çatışmada ölmesi benim yaşamımda dönüm noktası oldu. Yaşamımda bir kırılma noktası değil, başka bir yere dönüş noktası. 

Bülent Aydın:  Ben İTÜ’de öğrenciydim. Gördüğüm kadarıyla 12 Eylül sadece bize, solculara yönelik bir şey değildi. Biz devrimciler olarak hedeflerden sadece biriydik. Öyle çok etkilenen taraf vardı ki, fabrikadaki işçi, küçük çocuk, sanatçı... Her yer kapatılmış, tahrip edilmişti, ya çalışacak yer bulamamışlardı ya da yasaklanmışlardı... Almanya'daki Nazi dönemiyle ilgili filmler seyredip çok etkileniyoruz ya, aslında bir miktar farklılıklar olsa da faşizmin yaşandığı her ülkede aynı şeyler görülüyor. Faşizm bir yerde varsa ve ne yaşanıyorsa bizim ülkede de o günlerde öyle yaşandı.


SADECE AVUKAT DEĞİL 

Reha Mağden: O dönemin önemli aktörlerinden biri avukatlar. Aile ve tutuklular arasında tek iletişim noktasıydınız. Tablo nasıldı sizin açınızdan?

Ergin Cinmen: Avukat olarak çok yıprandık, tabii Türkiye yıprandı, herkes yıprandı ama avukatlar olarak gerçekten çok yıprandık. Ama ben kişiliğimin bu süreçte olumlu olarak geliştiğini 10 yıl sonra geriye döndüğümde anladım. Bana sıkıyönetim dönemi hiç bitmeyecek ve hayatım boyunca avukatlığı böyle yapacakmışım gibi gelirdi. Biz İnci’yle aynı büroda çalışıyorduk o dönemde. Müvekkillerimizin acılarına tanıklık ettik. Halimiz, “içerdeki”lerden biraz daha kötüydü bir anlamda. Onlar içeride, yapabilecekleri bir şey yok. Biz ise dışarıda, her gün her an bir şeyler yapmak istiyoruz. 

Kemal Keleşoğlu: Sabah 7.30 gibi kalkıp duruşma neredeyse, diyelim Metris’te, Selimiye’de, oraya gidiyorduk. O zaman araba filan da yok ne bulursan, otobüs dolmuş. Sürekli in-bin. Hepimiz için durum aynıydı. Saat 9-10 gibi duruşmalara girip, akşam 7’de çıkıyorduk. 300- 1000 kişilik çok sanıklı davalar vardı. Akşam büroya dönerdik. Bir bakardık ki aileler gelmiş bizden haber bekliyorlar. Her gün böyleydi. Sultanahmet Cezaevi, Sağmalcılar Cezaevi, Metris Cezaevi, Kabakoz Cezaevi, Alemdağ Cezaevi, Hasdal Cezaevi, Davutpaşa Cezaevi… İstanbul’un her tarafı cezaeviydi. Cezaevlerinin görüş günleri de farklıydı. Müvekkillerini de haftada bir ziyaret edeceksin. Oradan oraya koşturmayla geçerdi günler. Haftayı sayıyorsun yetmiyordu.

Reha Mağden: Allah aşkına  para kazanıyor muydunuz?

Ergin Cinmen: Sürümden kazanıyorduk (gülüşmeler) 

Kemal Keleşoğlu: Bir gün Selimiye’de koridorda oturuyorum. Anadolu’dan gelmiş kasketli biri var. Cüppeliyim. “Oğlum tutuklu, avukat bulamadım, davasına bakar mısın?” dedi. Mahkeme kalemine gittim. İsmail vardı, davanın dosyasına bakmak istiyorum dedim. O da “sen o davaya bakmazsın abi” dedi. “Yahu ver bakayım dosyaya” dedim. Dosyaya bir baktım, bir faşistin dosyası. Öyle hemen elimden bırakmayayım diye oyalandım.. İsmail tepemde, “ne oldu abi” dedi. “Ben bu dosyaya bakamayacağım” dedim. Biz, herkesin davasına bakıyorduk bir tek faşistler hariç...

İnci İşbulur: Avukat olarak her işimizi kendimiz görürdük. Hele ilk dönemlerde fotokopi makinesi daha hiç gelmemiş. Bir sürü dava, dosyalar, kağıtlar başa çıkmak çok zor. İlk açılan davalardan biri TİP davasıydı. Ben de avukatlarındandım. Fotokopi çekeceğiz ama makine yok. Bir yerden makine bulduk, üç avukat birlikte arabaya taşıdık. Ellerimizde toner. Hakimden izin aldık, kurduk. Fotokopi çekeğiz ama makineden anlamıyoruz ki! İçimizden Avukat Fikret İlkiz bu işlerden anlıyordu. Hakim bize sordu, "peki o arkadaki arkadaşın (Av. İlkiz’i göstererek) görevi ne, fotokopici mi?" dedi.

Ergin Cinmen: Evet bir dönem fotokopi çekme görevimiz vardı. Bir de, damga pulu çıkmıştı. Her fotokopiye bilmem kaç liralık damga pulu yapıştırma zorunluluğu getirilmiş. Zaten pul bulamıyorsun. Biz de posta pulu vs.. ne pulu bulursak yapıştırıyorduk. 

Deniz Teztel: Bir de o fotokopiler 1-2 sayfa da değildi. Yığınlaydı. Acayip çalışıyorlardı avukatlar. 

Reha Mağden: Büyük bir dayanışma desenize?

İnci İşbulur: Bir dönemi paylaşmak bu aslında. Acıyı ve tahliyede sevinci paylaşmak gibi. Birlikte yaşadık herşeyi. 

Avukat Kemal Keleşoğlu ve müvekkili Bülent Aydın (13 Eylül 2008)

GERÇEK PAYLAŞIM

Reha Mağden: Sıkıntılı günleri tebessümle anlatmak marifet ister. Büyük bir gönül bağı var. 

Kemal Keleşoğlu: Avukatı da gazetecisi de tutuklusu da aileleri de... Ve daha pek çok insan inanılmaz bir dayanışma halindeydik. Mesela saat 9’da Selimiye’ye koştura koştura giderdik ama bakardık ki gazeteciler bizden önce gitmişti. 

Deniz Teztel: O zaman bu kadar çok gazeteci yoktu. TRT, Milliyet, Hürriyet, Cumhuriyet, Anadolu Ajansı, Tercüman’dan birer muhabir bir de UBA’dan ben. Bir sürü dava vardı. Her şeye yetişmemiz mümkün değildi. Diyelim aynı gün Selimiye’de ve Metris’te duruşma var. Kaçını bir gazeteci izleyebilir ki! Bizim tanıdığımız gazeteci avukat arkadaşlarımız vardı, ki onlardan yardım istiyorduk. Katılamadığımız ve önemli olan davaların haberlerini bize vermelerini isterdik. Bunun için güvendiğimiz, iyi avukatlardan yardım alırdık. Bize duruşmada olanları ya faksla yollarlardı ya da telefonla yazdırırlardı. Tabii o zamanlar cep telefonu filan da yok. 

İnci İşbulur: Siyaset farklılıkları avukatlar için önemli değildi. Faşistler hariç, her davaya giriyorduk. O dönemde her şeyi paylaşırdık ve aramızda inanılmaz bir dayanışma gelişmişti. Tutuklular arasında nasıl bir dayanışma varsa bizim için de durum aynıydı. Hala da devam ediyor bu. O dönemden bugünlere taşınan özel bir durum bu. O acı günler, yaşanılanlar aramızda dostluğun gelişmesine neden oldu. 

Ergin Cinmen : Yaşamın en sancılı günlerini birlikte atlattık ve paylaştık her şeyi.

Bülent Aydın: Biz her sene Nisan ayının ikinci hafta sonunda İstanbul Devrimci Yol Davası'nda yargılananlar bir araya geliriz. Her birimiz başka yerlerden doğal olarak. Yaklaşık 400 kişi olur buluşmamıza katılım. Yıllarca birbirini görmeyen insanlar orada yeniden sarılır. Kaybettiklerimizi anarız. 12 Eylül kendine ait bir hukuksuzluk oluşturdu. Bu gün de devam ediyor bu ama bir karabasan gibi çöktü toplumun üstüne. Şunu bilmek lazım ne 12 Eylül 1980 darbesinden önce ne de sonra benzeri bir dönem yaşanmadı bu ülkede. Bir çok açıdan farklıydı uygulamaları. Aslında biz devrimciler darbe koşullarıyla mağdur olan diğer toplumsal kesimler kadar da mağdur olmadık belki. Bize yönelik tavır devam ediyor. Aradan yıllar geçti hala pasaport vermiyorlar örneğin. "Siz ayrı bir cins vatandaş olarak başka yere gidip başvurun" deniyor. Bir yandan söyleniyor darbe dönemi kayıtları kalktı filan diye ama yok, değişmedi hiçbir şey. Derinden bir tavır alıştı topluma karşı bu hala değişmedi. Unutulmaz kardeşlik, dayanışma yaşandı o günlerde. Hep söyleriz ama, keşke çatışmada, işkencede ve idamlarda öldürülen arkadaşlarımız da burada olsaydı. Onları asla unutamayız.

SAHİ MAHKEME Mİ?

Reha Mağden: Bir anda yok olan insanlar vardı. Aileler günlerce, aylarca haber alamazdı sevdiklerimden. Mahkemeye çıkarılmak ise en önemli adım olarak anlatılır hep... Neler oluyordu mahkemelerde? 

Bülent Aydın: İçeri girdiğimiz andan itibaren hepimiz bir anlamda ölüm mahkumuyduk. Mahkemeye çıkıp tutuklanmak bizim için işkenceden kurtuluştu. Artık resmiyete kavuşuyordu hiç olmazsa durumumuz. Mahkemeye çıkana kadar biz resmen “yok”tuk. Arayanlara “burada öyle biri yok” denilirdi. Öyle ki, Selimiye’ye götürüldüğümüzde sevindiğimizi anımsıyorum. Babam da askerdi benim. Gelmiş oraya resmi elbisesiyle, bizimle ilgileniyor. Tutuklama kararı çıkmış, bizi de zincirlenmiş olarak cezaevine geri götürüyorlar. Babam neşe içinde geldi aracın kapısını açtırdı ve “çocuklar sakın heyecanlanmayın, korkmayın. Ben hakimle konuştum, sizi asmayacaklar 25 yıl yatar çıkarsınız” dedi. 

Ergin Cinmen: Yaşadıklarımızı düşününce her şey gerçekten film şeridi gibi geçiyor insanın gözünün önünden. İşkence görmedim, kimsenin görmesini de istemem. 12 Eylül’ün en büyük korkusu sanırım, hiç bitmeyecek gibi gelmesiydi. Sonsuza kadar sürecek gibi geliyordu. Avukatlık yapıyoruz ya neye ve kime derdimizi anlatmaya çalıştığımızı biliyorduk. Selimiye’ye belli günlerde komutanlar gelirdi, hakimlere brifingler verirlerdi. Yargıladığınız insanlar bunlardır dikkat edin diye. Hakimler bir emir eri haline getirilmişlerdi. O duruşmalar, inanılmaz cezalar dağıtılan duruşmalardı. Bence sivil yargıçlar gerçekten çok kötüydü. Seçilmiş olarak getiriliyorlardı. Askerler ise rütbelerine göre getiriliyorlardı. 

İnci İşbulur: 12 Eylül mahkemelerinde görevli sivil yargıçlar gerçekten askerlerden daha kötüydü. 

Bülent Aydın: Şunu açık yüreklilikle söylemek lazım biz aslında hiç yargılanmadık. Onlar mahkeme değildi çünkü. Heyetteki sivillerin büyük kısmı bizim yüzümüze bile bakmazlardı. Bizi insan olarak görmezlerdi adeta. Bir gün hakim "sessiz olun burası mahkeme" diye uyardı bizi. Söz istedim ve “Afedersiniz hakim bey bunun neresi mahkeme? Siz farkında değilsiniz galiba yanınızda askerler var, salonun dört bir yanı silahlı askerlerle çevrili ve burası da bir askeri cezaevi. Biz de karşınızda donla oturuyoruz” dedim. Çünkü Metris’teydi mahkeme salonu ve insanlar tek tip elbise protestosu nedeniyle dövülerek iç çamaşırlarıyla geliyordu mahkemeye. Hakim ise gayet ciddi hala “burası mahkeme” diyor. Topluma oraları mahkeme diye yutturdular. Uyduruk mahkemelerde ölüm cezalarına kadar varan ağır cezalar aldık. 

Deniz Teztel: Dosyalar çok yüklüydü. Bir de insanlar aynı anda bir kaç davadan birden yargılanıyorlardı. DİSK Davası başladığında 52 sanık vardı. Hepsi için idam isteniyordu. Sonra yıllar geçti bütün bölgelerdeki DİSK davaları birleşti en son sanırım 1400 sanıklı dava haline gelmişti. DİSK’in sivil hakimi yerine askeri hakim geldi. Aydın Kalpakçı gelmişti. Aradan 4-5 yıl geçmiş dosya sayısı artmıştı sanık sayısıyla. Kalpakçı dosyanın üzerinde çalışıyordu. Bir gün beni çağırdı, “ben bir türlü sanık sayısını bulamıyorum. Notlarınızı getirin de karşılaştıralım” dedi.  Bir hafta dosya üzerine çalıştık. 

Kemal Keleşoğlu: Elimde iki dava tutanağı var. diyor ki “sanık Osman Muslu’nun oy birliğiyle tahliyesine, salıverilmesi için tezkere yazılmasına, sanık İsmail Özçelik’in tahliyesine ve salıverilmesi için sıkıyönetim komutanlığı askeri savcılığına müzekkere yazılmasına başkan Abdurahman Yiğit , üye kıdemli albay Nevzat Demirel’in muhalefetleriyle ekseriyetle karar verilmiştir”.  Tarih 15 Aralık 1983... İkinci bir dava tutanağında ise “tutuklu sanık Ersin  Kocatürk, İsmail Özçelik,  Mesut Özyalçın dışında tahliye isteğinde bulunan sanıkların tahliye isteğinin reddine” diye karar veriliyor. Yani 1983’te tahliye ettikleri adamın 1984’te tutukluluk halinin devamına karar vermişler. Öyle ki,  davada kaç kişinin tutuklu olduğunu bile bilmiyorlardı. 

Şakir Sinan Güngör: Tatilden gelmiştim Antalya’dan. "Seni duruşmaya çağırdılar hakkında suçlama var" dediler. Gittim mahkemeye. Tatil dönüşü, şık bir kıyafet vardı üstümde. Bizim davadaki itirafçı Metin Budak da mahkemede. Önce benim adım okundu. Kalktım ayağa. Tutukluların arasında oturuyordum. "Nereden geldin?" diye sordu hakim, "Antalya’dan" dedim. "Yaz kızım" dedi, "Antalya Cezaevinde tutuklu olan.... “ Ben "hayır efendim hayır! Cezaevinden değil, siz çağırmışsınız o nedenle duruşmaya geldim.”  diye düzelttim. Davalarda bir süreklilik filan da yoktu. Kim kimdir tam olarak  hatırlamıyorlardı.

Deniz Teztel: Normalde insanlar tutuklanınca mutsuz olurlar ya ben gazeteci olarak birilerini tutuklattım ve onlar mutlu oldular. Barış Derneği sanıklarıydı. Barış Derneği davasıyla ilgili gözaltılar yaşanıyordu. İstanbul, İzmir, Ankara’da… İzmir’de ve Ankara’da gözaltına alınan CHP milletvekilleri, öğretmenler, mühendisler, entelektüeller Selimiye’ye getirilmişlerdi. Ayın da 1’i. Selimiye’de ayın 1’inde ne savcı ne de hakim bulmak mümkün. Maaş günü ya! Sanıklar getirildi. Açlar ve perişan haldeler. Selimiye’de bomboş koridorda tutuyorlar. Ben bir savcı buldum “geldiler bunları tutuklamak lazım” dedim. Adam “ben onlarla ilgilenirim” dedi. Gittim bir de hakim buldum. Çay pide alınmasını sağladım. Savcı sevk etti, hakim de tutukladı. Nasıl mutlu oldular görmelisiniz. Tutuklanmasalar İstanbul’da gözaltında geçirecekler. Gözaltında da ne olacağı belli değil. Hazır gelmişler işkence yaşamadan, tutuklattım hepsini. 

İnci İşbulur: Devrimci Yol davasının hakimi Abdurrahman için bir olay anlatılırdı. Adam iyice yaşlanmış. kulakları duymuyor gözleri görmüyor iyice. Mahkeme salonundaki direği fark etmiyor, direğe de soru soruyor ve ifadesini almaya kalkıyor...  Tahliye istiyoruz bir duruşmada, hakim Abdurraman duymuyor yanındakilere soruyor "Ne diyor?" diye. Ben de kalktım bir müvekkilim vardı Müstecap Tatlı diye. dedim ki "Müstecap Tatlı’nın tahliyesini istiyorum." Anlamadı yine, “Müstecap'ın neyini istiyor?” dedi. Herkes kahkahalarla yıkıldı.

Bülent Aydın: Heyetler sanıkları sınıflandırmıştı. İdam verecekleri, müebbet vereceklerini gözüne kestirmişlerdi. Öyle tahliye filan yoktu başlarda zaten. Ama gariptir ki, aynı suçtan yargılanan farklı davalardan iki kişiden biri beraat ederken diğeri ağır ceza alabiliyordu. Hakim herkese söz de vermezdi. Bilir, kim sorumlu o grupta, ona söz verirdi. Diyelim Sedat Kesim bizim davanın 1 Nolu sanığı, onun dışında söz isteyen olursa “tamam işte Sedat konuştu senin konuşmana gerek yok” derdi. Bu toplu davalarda çok yaşanırdı. Bir de ailelerimiz gelirdi duruşmaya. Orada hasret giderirdik. Direnişlerde konulan keyfi görüş yasağı nedeniyle aylarca ailelerimizi göremediğimiz olurdu. Havalandırma yasakları hep vardı. Arkadaşlarımızın yüzünü bile göremediğimiz olurdu. Diyelim üst koğuştasın alt kattaki koğuşta da dava arkadaşın var. Onunla yüz yüze konuşuyorsun duruşmalarda. Duruşmalarda sıraların ön kısımlarına iriyarı ve uzun boylular otururdu ki arkadakiler rahatça sohbet edebilsin. Gülerdik de sık sık... Biz orada acılı tablonun yanı sıra bir yandan olayın mizahını da yapıyorduk. 

Ergin Cinmen: 90-91’de kalan son karar Dev-Sol davasınınkiydi. Hala yazılamamıştı. Bir gün Selimiye’ye gittim. Herkes Dev-Sol davası bitsin de gidelim diye bekliyor. Yukarı çıktım. Hakimi gördüm. Adamın dişleri dökülmüş, çökmüş artık. Birbirimizi görünce gülmeye başladık. “Tezkere alamadım gitti” dedi. Hala da bitmedi bu dava.

İstanbul Devrimci Yol davası ilk duruşması, 12 Mart 1982

AİLELERİN BÜYÜK SINAVI 

Reha Mağden: Aileler endişe, korku dolu günler, aylar geçirdi. Politikayı hayatlarında  duymayan, bilmeyen, anneler-babalar-kardeşler, sevgililer, eşler birden sokaklara dökülmüştü. Tek dert içerdeki yakınlarından bir haberdi...

Kemal Keleşoğlu: O koşullar altında tanışan insanlar akraba olmuştu adeta. Aileler, avukatlar, tutuklular... Böyle iç içe bir süreçti. Aileler birbiriyle paylaşır olmuştu her şeyi, dostluklar kurmuşlardı.

İnci İşbulur: Aileler çok önemliydi. İçerdeki gözaltı süresi bitince sanık cezaevine giriyor, yatıyor, büyük bir dert yok.  Dışarıdaki aile ise içerdekine bakmak zorunda. Bütün çevre baskılarına, ilişkilerine karşı sevdiklerine sahip çıkmaları lazımdı. Avukat tutması lazım, görüşe gitmesi lazım, parası yok, yol iz bilmez... Çok zor şeylerdi bunlar. Aileler sokağa bu olayların sonucu çıkmışlardı. Bu arada diğer tutukluların aileleriyle tanıştılar. Sorunlarını da onlarla dayanışarak çözdüler. Selimiye’nin karşısına hatırlarsınız bir sahra çadırı kurmuşlardı. Aileler gelir orada beklerdi. O dönemde TİP, TSİP sanıklarının vekiliydim. O çadırda insanlar birbirini tanırdı. İçerde olmanın dışarıdakilere böyle bir yararı oldu bence insanlar politikleşmenin dışında bir de sosyalleştiler. Arkadaşları, dostları oldu. Avukatların görüşleri daha çoktu. Tutuklarla aileler arasında iletişimi de biz sağlardık. 

Bülent Aydın: Babam Astsubaydı. Arada ziyarete gelip giderdi. Bir gün Sultanahmet cezaevinde büyük bir gerilim yaşanıyordu. Çok haklı konumdayız. Aileler yığılmış ajite olmuş durumda kapıdalar. Babam sandalye üstüne çıkmış konuşma yapıyor onlara, askeri kıyafetiyle öbür askere bağırıyor “çocuklar çok haklıymış, faşizm varmış bu ülkede” diye. Bizi hiç insan olarak görmediler, bizi hiç politik tutuklu olarak da görmediler. Kendimizi, kişiliğimizi savunalım istemediler. Ailelerimiz hep bizim yanımızda yer aldı, ne kadar farklı hayatları olsa da...

DİRENMEZSEN YOK OLURSUN

Reha Mağden: Cezaevinde yaşananlar bir daha hiç unutulmamıştır herhalde. O dönemde yapılan direnişler anlatılır hala…

Bülent Aydın: Hep bir inatlaşma içindesin. Saçlar kesilecek dediklerinde saçları uzatıyorduk. Bizi ayakta tutuyordu direnmek. Direnmemenin sonu yok. Çünkü paspas olsak yer olmamızı istiyorlardı. Sonu yoktu gidebildiği yere kadar gidiyordu. Dolayısıyla bizim direnerek bir yerde saldırıları durdurmamız gerekiyordu.

Şakir Sinan Güngör: Her gün işkence görmeme rağmen “hiç işkence görmedim” dedim. Mahkemeye çıkarıldığımda, sadece operasyonda yakalanmamız değil başka işlerden dolayı da suçlanıyorduk. Ama asılsız birçok iddia da vardı. Tek başınasınız ve herkesin sorumluluğunu taşıyorsunuz. Yaşınıza göre üzerinizdeki yük çok büyük. Bir aile ilişkisi gibiydi, o sorumluluğu taşımalıydın.

Bülent Aydın: Cezaevindeyken, mahkeme dönüşü ayakkabılarımıza takılan topraklar olurdu. Bahçeden geçerken diyelim topraklar yapışmış. Onları toplar biriktirirdik. O küçük küçük topraklar bir avuç olurdu. Onlardan saksılar yapıp çiçek dikerdik. Koğuşlarda kendimize ait bir hayat kurmaya çalışırdık. O çiçekler bizim için çok önemliydi. Bir dönem, Sultanahmet cezaevinde her koğuşta çiçek vardı. Bir gün duyduk ki idareden karar çıkmış, çiçekler alınacak. Çiçeklerin içine not saklarmışız diye. Bir kısmımız havalandırmadaydı, tam içeri girmek üzereyken askerler birden saldırdı. Kimimiz içerde kimimiz dışarıda kaldı. Konu nedir diye sorarken, bir öğrendik ki çiçekleri almak için koğuşlara operasyon yapılacak. Hemen kendiliğinden bir direniş oluştu. Koğuşların kapısını kapattık. Dışarıda kalanlar askerlerle kavga etmeye başladı. Askerler önce şaşırdı. Çiçekleri savunmak gibi son derece insani ve haklı bir neden var. Askerlere karşı savunduk çiçeklerimizi, komutan askerleri geri çağırdı. Temsilciler arasında görüşmeler oldu. Bir ara sessizlik oldu. Sonra bir daha  saldırdılar. Günlerce sürdü direniş… Ama sonunda aldılar çiçeklerimizi. Bir bildiri yayınladık sonra da mahkemede anlattık haklı savunmamızı. 

Kemal Keleşoğlu: Mahkemede hatırlıyorum, biri “o kadar dayak yedik yanmıyorum da çiçeklerimizi aldılar ona yanıyorum” demişti. O çiçekler çok önemliydi onlar için. 

Deniz Teztel: Her şeye karşı bir direniş vardı. Metris’te Dev-Sol davası vardı o gün. Sanıkların oturduğu yerin önünde bir demir vardı, sınır anlamında. Demiri sanıklara doğru 10 cm. kadar çekmişler. Ne büyük olaylar çıktı. İşte neden sanıklara doğru çekildi diye... 

Bülent Aydın:  En büyük direnişlerden biri de tek tip elbiseye karşı direnişimizdi. Giysilerimizi de aldılar koğuşlardan. Bir gün duruşmaya götürüldük. Arkadan ellerimiz zincirli Selimiye’de koridorda bekletiyorlar bizi. Üzerimizde bir tek don ve atlet. Ayağımızda terlik. Kemal (Keleşoğlu) abiyi gördük sevindik “Aaa nasılsın abi?” dedik. Ne diyeceğini bilemedi, halimize üzüldü ama moral verecek ya bize “sizi çok yakışıklı gördüm bugün, spor kıyafet çok yakışmış çocuklar” dedi.

Ergin Cinmen: İnsanların elbisesiz karda kışta yaşadıklarını bir süre sonra kanıksamıştık. Ben o yaşadığımız dehşeti en çok kızımda hissettim. Kızım çok yaramazdı. Düz duvara tırmanacak kadar. 1987’de daha 4 yaşında. Evde bakıcısını bekliyoruz ben de duruşmaya gideceğim. Ama gelmeyince kızımı da alıp gittim duruşmaya. Aslında oradaki insanlarla bir şekilde akraba olduğumuz için içeriye çocuğunu da getirebilme durumu vardı. Selimiye’ye girdik. Kızımı askerler seviyor filan, o zamana kadar her şey normal. Biraz tuhaflık hissediyor ama hala aynı yaramazlığa devam ediyor. O sırada sevk zincirli, yarı çıplak  insanları soğuk bir havada görünce o canavar kız birden bire yanıma yapıştı. Tek tip protestosu da vardı. Aslında kız bir anda sessizleşti diye bir yandan keyif de duyuyorum ama onun yüzünde dehşeti gördüm bir anda. Cüppemi aldım, duruşmaya gireceğiz, hiç unutmuyorum, bir onlara baktı bir bana baktı. İki gün filan bağırarak uyandı. 

Devrimci Yol davası sanık yakınları (Sağmalcılar, 1984)

12 EYLÜL HAYATLARI BÖLDÜ

Reha Mağden: Çok insan etkilendi değil mi? Farklı şekillerde yaşamları vurdu 12 Eylül…

Ergin Cinmen: Selimiye’nin yanında bir lokanta vardı. Orada yemek yerdik. Zaten başka da yer yoktu. 90-91 gibiydi sanırım, yine muhtıra lafları geçiyor ortada. Yemek yiyorum yine aynı yerde. Bana doğru yaklaştı sahibi “abi bir şeyler var mı?” dedi. “Gazetelerden okuyoruz” dedim. “İşler çok duruldu da. Biz 60’ta kurulduk 70’te işi büyüttük” demez mi... Muhtırayı bekliyor ki işi genişletsin...

Deniz Teztel: Bir tek orası vardı. Bakkal vardı önce sonra da kahveler açıldı. Unutamayacağımız şeyler yaşandı. Aslında bir yaş grubu kayboldu 12 Eylül ile. İnsanlar 20 yaşında cezaevine girip 30 yaşında çıktı. Öyle bir dönemdi ki girdiklerinde hayat tamamen farklıydı. Çıkanlar tamamen şaşkındı. Tahliye olan sanıklardan biri geldi. Eline kutu bira verdim. Sonra bana geri uzattı “bunu açamıyorum” dedi. Çünkü o içerdeyken çıkmıştı kutu bira, kola... Koca bir hayat... Bir kayıp var. Bir grup yaşamını kaybetmişti. Onlar başka yaşam sürdüler çıktıklarında ise hayat değişmişti. Cezaevinde yaşamak ise tamamen başkaydı.

Bülent Aydın: Sultanahmet cezaevinde bizim komün 350 kişiydi. Bir kova suyla 350 kişilik bulaşık yıkanırdı. Her gün 2 kişi nöbetçi olurdu. Sabah kahvaltısını askerden alıyorsun, koğuşlara dağıtıyorsun, topluyorsun, başlıyorsun yıkamaya hızlı hızlı yıkıyorsun. Tam biterken öğle yemeği geliyordu. Tam onun dağıtımı, bulaşıkların yıkanması derken akşam yemeği başlıyordu. Hayat böyleydi, herkes sırayla nöbetçi olup yaşıyordu bunları. Cezaevinde bunları yaşayıp dışarı çıktığında hayat tamamen değişmiş olarak karşıladı bizi.

Kemal Keleşoğlu: Bir öğretmenin davasına girmiştim. 7,5 sene yattı cezaevinde. Tahliye olduğunda alıp eve getirdim. Sabah erkenden kalkmış, traş olup  gelmiş. “Nerdesin” dedim.. “Berbere gittim. Adama parayı verdim yüzüme baktı. Sen nereden geldin diye sordu” diye anlattı. Kim bilir ne kadar vermişti. 

Bülent Aydın: Ben tahliye sonrasında bildiğim kadarıyla takip edilmedim. Ama polis tarafından uzun zaman takip edilen, peşi bırakılmayan bu nedenle psikolojik rahatsızlık geçiren ve hatta intihar edenler bile oldu. Hep “sizin peşinizi hiç bırakmayacağız” duygusunu vermeye çalışırlardı bize. İşkencede de “ biz sizi sakatladık ömrünüz boyunca sakatsınız hem sosyal olarak hem de fiziki olarak” diyorlardı. Bir bakıma da doğruydu...

(25 Temmuz 2021 Bianet'te yayınlandı)

https://bianet.org/bianet/toplum/247619-reha-magden-12-eylul-u-anlattiriyor

" 12 Eylül farklı kesimlerden insanların hayatını etkiledi.
Türkiye demokrasi tarihine kara leke sürdü.
 "





KAZIM KOYUNCU OLMAK

Kazım Koyuncu
(7 Kasım 1971, Hopa, Artvin - 25 Haziran 2005, İstanbul)

20 Kasım 2007 günü, annemin Hopa'daki cenazesinde, gök delinmiş gibi yağan yağmurun altında elini öpmeye davrandım Cavit amcanın. Öptürmedi, 'başın sağolsun' dedi. Ben hemen yanıtladım: 'Senin de... Hepimizin de.' Cavit amcanın yüzünde iki yıl önce (25 Haziran 2005) kaybettiği güzel oğlu Kazım'ın acısı o günkü gibi duruyordu.

Cavit Koyuncu, babamın ve amcamın arkadaşı. Hopa'da herkes onu sever. Cavit amcanın oğlu ise Hopa'nın, Karadeniz'in, sonra İstanbul'un, sonra da bütün Türkiye'nin sevdiği Kazım Koyuncu. Bir parçası babaannem 'Lütfiye dadi' ölünce, bir parçası nenem Makbule ölünce eksilen dilimizi, sesimizi, ağıtlarımızı ve sevdalarımızı yeniden yeşillendiren insan.

İstanbul'da konserlerde, savaş karşıtı eylemlerde, Irak'ın işgaline karşı etkinliklerde, BarışaRock'ta bir de İstiklal Caddesinde rastlaşırdık bazen onunla. En son, hasta olmuştu ama henüz ona çok yakışan uzun ve dağınık saçları vardı. İstiklal Caddesinde bir akşamüstü plakçıdan çıkarken rastlaştık. Benim yanımda, yine Hopalı bir arkadaşım, Ada Müzik'ten İlker Yazar vardı. Seslendi hemen 'Nasılsın Kazımiçkimi?'... Sarıldık öpüştük ikimiz de. 'İyiyim abi' dedi, 'Çalışıyorduk, sıkıldım çıktım arkadaşları dolaşayım dedim...'

Ayak üstü kısa sohbet sırasında, selam verip geçenlere selam veriyordu bir yandan Kazım. Hep olduğu gibi mütevazi, sıcak, sıradan ve sahici. O kalabalık ve ışıklı caddede çok dostu vardı. Bu büyük şehirde de çok seveni. Nitekim bundan tam beş yıl önce, yaşama gözlerini yumduğunun ertesi günü Harbiye Açıkhava Tiyatrosunda binlerce kişiyle yapılan törenden sonra, tulum ve cenazeyle birlikte Taksim'e doğru akan kalabalık oradan da İstiklal Caddesine girdiğinde, Cadde'nin bütün müzik dükkanlarında Kazım Koyuncu'nun şarkıları çalıyordu. Şarkılar bizimle birlikte sanki yürüyordu, Taksim'den Tünel'e...

Ölümünden beş yıl sonra, bugün İstanbul'da hüzünlü bir yağmur yağıyor. İstiklal Caddesindeki tüm plakçılar yine onun şarkılarını çalıyor. üç gün öncesinden başladı, resimleri, videoları dolaşıyor bilgisayarlarda. Gazetelerde fotoğrafları var. Kulaklıklarda Kazım'ın sesi... Cadde'de yürüyüş yapılacak bugün, aydınlık yüzlü çocuklar onun şarkılarını çalacak. Hopa'da bugün Kazım günü. Pançol'da mezarı başında toplanıp "Kazimişi gzas vorert" (Kazım'ın yürüdüğü yoldayız) diyecek her yerden hemşerileri. Yarın Mersin'de "nükleer santrallere hayır" demek için yapılacak miting yine onun şarkılarıyla başlayacak.

'Kimsin sen?' diye sormuşlar birine. 'Lazım' demiş. 'Peki Laz olmasaydın ne olurdun?' diye üstelemişler. 'Çok mahcup olurdum' demiş. Öyle kıymetlidir herkesin dili, kültürü, kimliği. Kazım bunu iyi bilir,  herkesi farklarıyla severdi, herkes de onu çok sevdi bu yüzden... Birinin diğerine zararı yoktur farklı dilden şarkıların. Hepsi birbirine yakışır.

Bugünlerde yeniden savaş çığlıkları atılıyor, gencecik insanlar ölüyor. Arkalarından atılan hamaset nutukları yeni acılara çanak tutuyor. Kazım'ın ne demek istediğini herkes gayet iyi anladı bu ülkede ve Lazı, Kürdü, Türkü, Hemşinlisi, Çerkezi, bir barış güvercini gibi bağrına bastı onu. Bir devlet anlamamış...

Halkların kardeşliği, eşitlikten, özgürlükten, adaletten, çok dilli, çok kültürlülükten geçer. Kazım Koyuncu olmak, halkının sesine sahip çıkarak kardeşliği pekiştirmektir. Ben üç isimli, üç dilli köyüm Azlağa'da (Abuislah - Esenkıyı)  100 yaşına yaklaşan 'dadi'lerin onun kendi dilinden şarkısını dinlerken nasıl gözlerinin parladığını unutamam.

Kazım Koyuncu kısacık yaşamıyla umutlu bir ezgi ve bir kardeşlik bayrağı gibi dalgalandı bu topraklarda. O yüzden hiç unutulmayacak. Hopa'da olduğu kadar, Diyarbakır'da da, İstanbul'da da anılacak.

Barışa, kardeşliğe yol vermeyenler, kadim bir inat uğruna bugünü ve yarınımızı karartanlar ise tarihin çöp sepetinde yerlerini alacaklar.

Gelin, Kazım'a verelim kulağımızı, o yemyeşil dilimde hala şöyle diyor:

VA MİŞKUNAN (Bilmiyoruz)

Bilmiyoruz bilmiyoruz

Ne söyleyeyim şimdi

Bilmiyoruz bilmiyoruz

Gelecek günler bizim için

Nasıl olacak

Bilmiyoruz bilmiyoruz

Yarına ne diyeceğiz?

Biliyoruz

Yollarda şarkılar söyleyeceğiz

Gelinler bize çocuk büyütecek

Çocuklarımız şarkılar söyleyecek

Dilimiz ölmeyecek

ölmeyecek

ölmeyecek

Bilmiyoruz bilmiyoruz

Yarına ne diyeceğiz

Bilmiyoruz bilmiyoruz

Korkuyoruz

Yaşlı kadınlarımız hep ölüyor

Artık bulunmuyor kukumboli

Bilmiyoruz bilmiyoruz...

(Albüm: Zuğaşi Berepe, Va Mişkunan)


(*) Yazı www.turnusol.biz sitesinde 25 Haziran 2010'da yayınlandı.

www.bianet.org sitesinde 25 Haziran 2010’da yayınlandı

Harbiye Açık Hava'da yapılan tören



Harbiye Açık Hava'dan Taksim'e yürüyüş
(26 Haziran 2005)



ARKADAŞIM HASTA

 UZAT ELİNİ


Sinsi ve yapışkan bir yaz sürüyor nicedir
Ne gökyüzü beyaz bulutlu, ne mavi deniz
Martılar sohbeti kesmiş, balıklar gitmiş
Yürürüm keyifsiz sokaklarda, huzurum yok
Arkadaşım hasta çünkü, derdim çok

Hastane kapısının kuytusunda
Dostlarla buluştuk bugün, avuçlarımızda iyilikle

Hepsi değil tabii ilk haberi olanlar
Duyup gelseler almaz bizi bu meydanlar

Taşkışlanın önündeki kadim sütunlar
Eğilip selam verirdi biz Taksim’e akarken
Çok zaman geçti o günlerden beri ama
Yazıyorum şuraya çıkmaz mürekkeple
Güneşin batması için henüz çok erken

Merdivenlerin başında durmuştu sol yumruk havada
Teni buğday, saçlar kıvırcık, gözleri alev
Hatırlarım sesine kulak kesildiğim ilk günü
Dev gibi değil belki cüssesi ama yüreği dev
“Gün faşizme karşı direnme günüdür kardeşler!”
Derken karanlığı delen mızrak gibiydi

Sene yetmiş beş olmalı, kışa doğru belki
Yarım asır öncesiydi unutmam, sanki dün gibi
O gün bugün bırakmadım hiç peşini
Yaşayıp gördük, dostluk kardeşlikten ileri

Coşkulu meydanlardan, karanlık zindanlara
Eziyetten , tecritten, hasrete, aşka
Ter kan içinde koşarken hep en baştaydın
Hastalığın da en zorunu yine sen aldın

Yorgun gözlerinde bir an parlayan ışık
Yakışıklı gençliğimizden düşen bir yıldız
Nasıl aşardık hatırla en zorlu engelleri
Dört yanımız düşman tuzak, paslı kin
En umutsuz zamanlardan buraya geldik
Bunu da aşarsın sen arkadaş tut ellerimi

Akşam iniyor işte bizim mahalleye
Yüreğimiz tıp tıp, aklımız sende
Bugün daha iyidin seni seven ellerde
Kapının ardında olduğunu bilmek güzeldi ama
Yüzün gülerek dön yeter ki evine

Bülent Aydın
23 Haziran 2021





ÖLÜR MÜ HİÇ CAN YÜCEL?

CAN YÜCEL
(21 Ağustos 1926, İstanbul - 12 Ağustos 1999)

13 Ağustos 1999 Cuma sabahı, çayı demliğe koyarken “Kahvaltı Haberleri”nde kulağıma çalındı ismi. Birden içim cız etti. Evet, bir süredir kanserle boğuşan isyan, duygu ve kelime ustası, şair Can Yücel dün gece yarısına doğru kapamıştı gözlerini, bir daha açmamak üzere.

Eşim, yanaklarından süzülen iki damla yaşı silerken “bir daha gelmeyecek bir yürekli adamı daha işte kaybettik” dedi. “Nasıl buluruz bir daha böylesini?”

Bir de, Sevgili Aziz Nesin’i yitirdiğimizde (6 Temmuz 1995)  içimize dolmuştu bu büyük yalnızlık duygusu, bu derin boşluk. Sarıldık birbirimize bir süre...

Bazı insanlar sadece kendilerine benzer. Onları “kategorize” etmek olanaksızdır. Farklılıklarıyla orada dururlar hep. Kimseyi taklit etmez, daha önce söylenmemiş bir dili konuşurlar. Soyu tükenmekte olan kuşlar gibi azdırlar ve parlaktır renkleri. İşte öyleydi Can Yücel de...

Onunla hiç konuşmadım. Bildim bileli okurdum ama şiirlerini. Cezaevi öykülerini de okudum. Şiirleriyle yapılmış Yeni Türkü şarkılarını da hep severek dinledim. 26 Aralık 1979 - 12 Eylül 1980 tarihlerinde yayınlanan günlük Demokrat gazetesinde kulak verirdim o gür sesine. Sonra bazı etkinliklerde, derken TV ekranlarında dinlerdim onu. İçerde, dışarda ama bu ülkede onun da yaşıyor olması huzur vericiydi sanki, umuttu ve bir çeşit güven duygusuydu. 18 Nisan 1999 seçimlerinde ÖDP'nin İzmir 1. Bölge milletvekili adayı olarak sevindirdi bizleri. Kolektif  yüreğimiz, zekamız, içimizde kalan isyankar ve yaramaz çocuk gibiydi Can Yücel...

73 yaşında “gencecik” sonsuzluğa uğurladığımız "Can baba"nın 50 yıllık şairliğinde yazdıklarından, Türkçe'ye çevirdiklerinden elbet bir şeyler okumuşsunuzdur. En azından tam yerinde kullanılmış birkaç küfürünü mutlaka duymuşsunuzdur. Kitapçılarda kitapları, internette şiirleri, resimleri var. 

İster ilk okuyor olun, ister defalarca, daha ilk satırda içinize dolar o “ağız dolusu yaşamın” doyulmaz tadı. Onun enerjisi hemen okuyana geçer, için içine sığmaz olur, aşık olursun, muhalif olursun, alimallah “devrimci” olursun...

Yaşadığı gibi, farklı oldu cenazesi de Can babanın. İzmir’den başlayıp çok sevdiği Datça’da biten son yolculuğu en özgür cenaze töreniydi belki bu ülkenin. İsteyen onun için dua okudu, isteyen şiir. Kimi şarkı söyledi mezarı başında, kimi de şarap içti... Çocuklar, gençler ve 80’lik ihtiyarlardan oluşan renkli bir kalabalık, günebakan çiçekleri ve begonviller ile uğurladı onu.

Onu bir şiirle uğurladım ben de o gün:

CAN BABA

Güldür güldür gittin Can Baba.
Güldüre güldüre
kızdıra kızdıra, düşündüre düşündüre...

Senin şiirlerin büyütmüştü bizi oysa.
Kavgada, dost cenazesinde
içerken, küfrederken
sevişirken...

Ağlattın bizi bugün Can Baba.
İlk defa...
Sana değil, yok sana değil göz yaşlarımız
yalnızlığımıza...


Evet, alışmak için tekrarlıyorum arada: "Can Yücel de öldü!" Ölümlere çok alışkın yüreğim buruluyor bunu söylerken. Ülkemizin gökkuşağından çok güzel bir renk daha eksildi. Eminim o bu kadar dert etmiyordur. Öfkeli neşesiyle elinde kadehi, dalgasını geçiyordur bizimle şimdi...


Bülent Aydın
6 Eylül 1999

AYHAN AKSOY UNUTULMAZ!

Yıldız İDMMA Mimarlık öğrencisi arkadaşımız Ayhan Aksoy'u 21 Ocak 1979'da yitirmiştik.

Kabataş Erkek Lisesi mezunu oluruk 1974 yılında üniversiteye başlayan Ayhan Aksoy, İstanbul'un ve 1975'dan itibaren faşistlerin okullara en çok saldırdığı semtlerden olan Beşiktaş'ın devrimci gençlik önderlerindendi. Yıldız'lı devrimcilerin örgütlendiği DEMAKD'ın da başkanıydı. İstanbul Dev-Genç'in yönetim kurulu üyesi ve saymanıydı.

AYHAN AKSOY
(1954 - 1979)
Ayhan Aksoy, arkadaşları tarafından çok sevilirdi. Onu ilk gördüğümde Yıldız’da öldürülen bir devrimcinin cenazesi vardı. Biz de İTÜ'den katılmıştık. Ayhan Mimarlık kapısının üstüne çıkmış, dik duruşu ve gür sesiyle eylemi yönlendiriyordu. "Ne kadar yaman bir arkadaş" dediğimi hatırlıyorum. Yanımdaki arkadaşım Osman Ecemiş, "Ayhan o, DEMAKD'ın Başkanıdır" demişti. Oradan Beşiktaş Meydanındaki Sinan Ağa camisine doğru indi kortej. Ayhan burada da bir konuşma yaptı.

Ayhan Aksoy ile son olarak kanlı 1978 yılı biterken Barbaros Bulvarı üzerindeki Çarşı durağı arkasındaki Beşiktaş Dev-Genç lokalinde görüşmüştük. Çetin bir ayrılık yaşanıyordu ve Ayhan oldukça hüzünlüydü o günler. 

Hiç beklenmedik bir zamanda geldi Ayhan Aksoy'un ölüm haberi. Kadıköy Kuşdili semtindeki evine ilk yetişen arkadaşları Ayhan'ın yeni tıraş olmuş yakışıklı yüzüne son kez baktı ve geride bıraktığı mektubu okudu.

Aradan çok zaman geçti, boğazımıza takılı kalmış bir yumruk gibidir onun anısı. Yarım kalmış bir türkü gibi...

12 Eylül günlerinde Sultanahmet Cezaevinde ranza arkadaşım Necip Polat İle uzun gece sohbetlerinde dinlerdim Ayhan'ın anılarını. Necip de Yıldız'dandı ve Ayhan'ı çok severdi. Ne zaman adını ansa ışıklı gözleri buğulanırdı.

Beşiktaş'ın anti-faşist direniş önderi Ayhan Aksoy'u sevgiyle anıyorum.

 

Fotoğraf: Yıldız Mimarlık merdivenlerinde Dev-Genç’li öğrenciler. Soldan ikinci, açık renk kazaklı Ayhan Aksoy. (1975-76 ders yılı)
Oturanlar soldan-sağa: Nurettin Güven, Ayhan Aksoy, Mustafa Asar, Yusuf Sakat 
Arkada: Kadir Aracı 

+++++ 

Arkadaşı Mustafa Demirel'in yazdığıdır:

1979 yılının Ocak ayında ölen  Beşiktaşlı  can yoldaşım   Ayhan için o yıl yazılmıştır.


Ayhan'a Şiir

Arkadaşım benim

Özgürlük uçan bir saçtı

Yiğitlik örmüştük

Uçlarına

Seninle


Özgürlük uzun bir yoldu

Kol kola 

Omuz omuza yürümüştük

Yollarda


Ayhan Aksoy ve Mustafa Demirel

Özgürlük bir sevdaydı

Yürekten

Sevdalanmıştık

Seninle


Yeni kesilmiş

Sakalsız suratındaki

Buruk bir tebessümle

Son yolculuğa uğurlarken seni


Kozlu mezarlığında

Özgürlük

Mezar taşın 

Şimdi

Mustafa Demirel

Sensiz yıllar geldi geçiyor. Son yolculuğa uğurlarken seni o masum , o temiz,  o buruk tebessümlü suratını unutamam. Unutamadım.

+++++


Ayhan Aksoy için anma ilanı




KEMAL KELEŞOĞLU'NA SAYGI

Av. Kemal Işkın Keleşoğlu
(1 Ocak 1946 - 21 Ağustos 2012)
Kemal abi, 12 Eylül hukuksuzluğuna karşı direnişin simgelerindendi. Sıkıyönetim mahkemelerinin karşısında dik durur bizi umutlandırır, biz dik durdukça o da bizimle onurlanırdı. O benim gençliğimin parlak yıldızlarından biriydi. O gitti sanki benim için de bir devir kapandı.



Bazı insanların burada olduğunu bilmek dünyayı daha güvenli bir yer yapar. Öyleydi Kemal abi de. Kendi derdini söylemez ama herkesin derdini bilirdi. Güler yüzü baki kaldı. Son bir kez sarılabilseydim, belki içim böyle yanmazdı...

Ben onun müvekkili olmaktan hep sevinç duyardım. Ona 4 yıl önce yazdığım bu şiiri okuduğum zaman pek neşelenmişti.

 Güle güle "Devrimcilerin Kemal abisi", şimdi gerçekten biz de eksiğiz. Seni hiç unutmayacağız.

Sevgi ve saygı ile anıyorum. 

21 Ağustos 2012


Müvekkil

              - Av. Kemal Keleşoğlu’na...

 

Çok zor iştir umutsuz karanlıklarda

onca söz ve evrak arasında üstelik

dört yandan namlular üzerine çevriliyken

gün ışığını getirmek parmaklıklar ardına,

hüznü götürmek ve eve her hafta...

 

Kemal abi ile (13 Eylül 2008)

Bilirsin cübbe değil rütbedir artık konuşan

gözü bağlı adalet terazisini tutan iğfal edilmiş

terazi hep hileli tartar tartabilirse

sen darasını aldırmaya çalışırsın

göz açıp kapayana kadar geçer 5 yıl 10 yıl...

 

Bir günlük hukuksuzluk bile insanlığın vicdanını yaralar

bütün yaralara sen pansuman yapamazsın

yapmak istersin ama kendi yaraların da kanar

sonunda iş olacağına vardıysa bile

her ziyaretinin bil ki kırk yıl hatırı var...

 

Bülent Aydın
25 Mayıs 2008

+++++

Avukat Kemal Keleşoğlu'nu Kaybettik

Deniz'lerin arkadaşı, devrimcilerin "Kemal abi"si, 12 Eylül davalarının fedakar avukatı, işçilerin hak savunucusu, İstanbul Barosunun eski Genel Sekreteri, Birgün gazetesi kurucularından Kemal Işkın Keleşoğlu, tedavi görmekte olduğu hastanede vefat etti.

Bülent Aydın
İstanbul - BİA Haber Merkezi 22 Ağustos 2012, Çarşamba 09:00

Maslak Acıbadem Hastanesinde dün (21 Ağustos Salı) saat 12.00'de vefat eden Avukat Kemal Işkın Keleşoğlu, yaklaşık bir yıldır mide kanseri tedavisi görüyordu. Geçtiğimiz günlerde durumu kötüleşen Keleşoğlu yeniden hastaneye yatırılmıştı.

Cenaze törenine Keleşoğlu'nun eşi Sevim, oğulları Savaş ve Utku ile birlikte, bazı yakın arkadaşları, Avukat Taylan Tanay, Avukat Ömer Kavili ve Çağdaş Avukatlar Grubu temsilcileri, 12 Eylül davalarından müvekkilleri, Birgün gazetesinden İbrahim Aydın, Hava İş Sendikası Başkanı Atılay Ayçin ve sendikalı işçiler, direnişteki Hey Teks tekstil işçilerinden bir grup katıldı. 

Kemal Keleşoğlu'nun cenazesi ailesinin isteği üzerine aynı gün ikindi vaktinde Ataköy 5. Kısım Camisi'nden kaldırılarak Büyükçekmece Yeni Mezarlık'ta toprağa verildi.


İstanbul Barosu'nda 9970 Sicil numarasıyla kayıtlı olan Kemal Işkın Keleşoğlu, Çağdaş Avukatlar Grubu'nu kuranlar arasındaydı ve çeşitli dönemlerde bu listeden seçilerek Baro kurullarında görev yaptı.

90'lı yıllarda Turgut Kazan'ın Başkanlığında İstanbul Barosu Genel Sekreterliği de yapan Keleşoğlu, 29 Temmuz 2009'dan itibaren Türkiye Futbol Federasyonu Etik Kurul Üyeliğinde bulunuyordu.

1 Ocak 1946 Adana - Kozan doğumlu olan ve 68 kuşağının bir ferdi olarak İstanbul Hukuk Fakültesini bitiren Kemal Işkın Keleşoğlu, ceza hukuku ve iş hukuku alanlarında ihtisas yapmıştı. 70'li yıllardan itibaren ceza davaları yanı sıra iş ve sendika davalarında Avukatlık yaptı. İşverenlere ve devlete karşı binlerce işçinin ve kamu emekçisinin hak kayıplarını engelleyen çok sayıda davayı başarıyla sonuçlandırmıştı.

Stajyerliğinden itibaren Petkim-İş, Devrimci Sağlık-İş, Devrimci Metal-İş, Kimsan-İş sendikalarının, memur derneklerinin hukuk müşavirliğini yapan Keleşoğlu, bir süre serbest avukatlık yaptıktan sonra, 1992 yılından itibaren Hava İş Sendikasının hukuk müşaviri olarak mesleğini sürdürüyordu.

Kemal Keleşoğlu, yanında çok sayıda avukat yetiştirmiş seçkin ve usta bir hukukçuydu.

12 Eylül davalarının direngen avukatıydı

12 Eylül döneminde başta İstanbul Devrimci Yol Davası olmak üzere hemen tüm siyasi davalarda çok sayıda devrimcinin avukatlığını üstlenen Kemal Keleşoğlu, devrimcilerin 'Kemal abi'si, siyasi tutuklu yakınlarının da moral destekçisi oldu. O dönemde çaresiz ve umarsız kalmış nice insana umut ışığı olan ve yardım eli uzatan Kemal Keleşoğlu, 80'li yıllar boyunca hemen her gününü cezaevi kapılarında ve sıkıyönetim mahkeme salonlarında geçirmiş örnek bir dayanışmacı ve örnek bir hukuk insanıydı.

Yaşamı hak ve adalet mücadelesiyle geçti

Çok uzun yıllar boyunca bir devrimci ve hukukçu olarak hak ve adalet mücadelesinde yer alan Kemal Keleşoğlu, 12 Eylül dönemi sonrasında ve 90'lı yıllarda İnsan Hakları Derneği'nden (İHD) Özgürlük ve Dayanışma Partisi'ne (ÖDP), Toplumsal Araştırmalar, Kültür ve Sanat için Vakfı'ndan (TAKSAV) Dostluk Yardımlaşma Vakfı'na, Mavi Radyo'dan Birgün gazetesine, yurttaş girişimlerinden bağımsız aday çalışmalarına çok sayıda örgütlenmeye kurucu ve yönetici olarak katıldı. 

https://m.bianet.org/bianet/yasam/140421-avukat-kemal-kelesoglu-nu-kaybettik

+++++


Kemal Keleşoğlu her yıl 21 Ağustos günü, Büyükçekmece Yeni Mezarlıkta 12 Eylül davalarından müvekkileri, BirGün gazetesinden ve Hava-İş sendikasından mesai arkadaşları ve sevenleri tarafından anılmaktadır. (Foto: 2014 yılından)

+++++


Kemal Keleşoğlu'nun kurucuları arasında olduğu  İnsan Hakları Derneği'nin 1992 yılında Ankara'da yapılan Genel Kuruluna katılan İstanbul Şube Delegasyonu:
(Ayaktakiler soldan sağa) Av. Erdal Çanakçı, Av. Ercan Kanar, Kemal Keleşoğlu, Müjgan Aslan, Levent Tüzel, Mine Nazari’nin annesi, Semih Mutlu, Av. Mihriban Kırdök, Vahide Açan, Altun, ?, ?, Hürriyet Şener, Dilber, Kiraz Biçici, ?, Nimet Demir, Aslan Başer Kafaoğlu
(Oturanlar üstte) Kamil Tekin Sürek, Cevriye Aydın, Av. Kadriye Doğru , Şeref Turgut, ?, Alev Çevik, Hüseyin Aygün,
(Altta oturanlar) Şaban Dayanan, Dr. Yeşim İşleğen, Melek Üçbinli, Sevim Keleşoğlu, Leman Fırtına, Nazmiye, Mukaddes Şamiloğlu, Sema Vural

+++++


13 Eylül 2008'de Dostluk Yardımlaşma Vakfı İstanbul etkinliğinde Vakıf üyelerinden Sedat Kesim tarafından Kemal Keleşoğlu’na sunulan plaket:

"12 Eylül 1980 darbesinin yarattığı karanlığa ve adaletsizliğe karşı verdiği hukuk ve insanlık mücadelesi ile ülkemizin ve faşizme karşı direnişin onur simgelerinden Avukat Kemal Keleşoğlu'na en içten saygı ve dostluk duygularımızla teşekkür ederiz."

+++++


Kemal Keleşoğlu'nun kaleminden:

"Bir karanlık çöker ansızın. O bir karabasandır halkımın üzerinde, yarattığı o büyük, devasa sel, her şeyi yıkıp geçmektedir.İşte o gördüğümüz, tanık olduğumuz bir büyük çınar, bu yıkım saldırısının önünde direnmenin sembolü, yol göstericisi olmuştur.
Sevgili dostum Sayın Barlas, hukukun üstünlüğünü, insan haklarının ve savunma hakkının her koşulda , asla ve asla vazgeçilmezliğinin o karanlık süreçte, örneğini gösterip önderliğini yaptın. Tarih tanıktır ve adildir. Seni yad edecektir.
Bir sözüm de 'sonrakilere' olsun.;
İz bırakmak isteyenler, iz bırakanların izlerinden yürüsünler.
İzlerin bittiğini düşünenler, geri dönüp baktıklarında bir gün, unutmasınlar kendi izlerini görecekler.
Seni yüreğimin en sıcak coşkusuyla kucaklıyorum."

(Adalet Savaşçısı - Nebi Barlas Kitabı)

+++++

Kemal abinin el yazısıyla:

Hep müvekkilleri için yazardı Kemal abi.
Fakat az da olsa içinden geçenleri kendi için
yazdığı notlar da var...






















+++++


Meslektaşı Av. Halis Yıldırım'ın mesajı:

Avukat üstadımız Kemal Işkın Keleşoğlu ağabeyimizi kaybedişimizin üzerinden tam 6 yıl geçti. O hepimizin 'iş'te ustası hayatın bir çok alanında ağabeyi, arkadaşı ve yoldaşıydı. Yaşamı buyunca dimdik yaşadı. Düşüncelerinden asla ödün vermedi. Ondan çok şey öğrendik. Yapamadıklarımız kendi eksikliğimizdir. 

Ne iyi ki seni tanıdık ağabey. Ne iyi ki seninle aynı dönemde yaşadık ve aynı  yolu yürüdük. Seni hiç ama hiç unutmayacağız.

Hem mücadelen, hem kararlılığın, hem de “insan sıcağın” bize eşlik etmeye, yol göstermeye devam ediyor. Bugün ve daima bütün güzelliklerde yaşayacaksın.

Saygı, sevgi ve derin bir özlemle ...

20 Ağustos 2019


Halis Yıldırım, Erdal Çanakçı ve bazı genç arkadaşları ile
Baro seçimi öncesi piknik. En önde oğlu Utku var. (1992)


Av. Halis Yıldırım ve Kemal Keleşoğlu (2010)


Hava-İş internet sitesinde anma


BirGün Gazete ilanı, 22 Ağustos 2012


BirGün Gazete ilanı, 22 Ağustos 2012




Öğretmen arkadaşları Gülser ve İbrahim Yavuz ile
bir davette. Önde oğlu Savaş var. (1993) 




Nisan 2011'deki EskiDostlar gecesinde babam Orhan Aydın ile

PARİS'İN EN GÜZEL ABİSİ

RÜSTEM GÜCÜYENER ve FANFAN

Paris'te yaşayan Türkiyeli devrimcilerin önde gelen isimlerinden ve 12 Eylül sürgünlerinin zor gün dostu Rüstem Gücüyener, 7 Şubat 2015’te 61 yaşında hayata veda etti. 

Rüstem Gücüyener
(2 Mayıs 1954 - 7 Şubat 2015)

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğrencisiyken 70’li yılların ortasında Fransa’ya giden Dev Genç’li Rüstem Gücüyener, 2014'te vefat eden eşi Françoise Rastoix (Fanfan) ile birlikte 1982’de Paris'te ilk Türkçe kitabevi olan "Librairie Özgül Kitabevi"ni açmış ve 2013’te kapanana kadar burası Paris’teki devrimcilerin ve göçmenlerin buluşma yeri olmuştu.

Özgün kişiliği, dayanışmacı ve enternasyonalist bir anlayışla yaşamı boyunca hep mücadele içinde olan Gücüyener, 1980 yılında Fransa’da oturma ve çalışma izni olmayan işçiler için 35 gün açlık grevi yaptı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi yıllarında Türkiyeli ve diğer göçmenlerin çeviri işlemlerini yapan Rüstem Gücüyener ve Françoise Rastoix, yıllar boyunca 12 Eylül sürgünlerinin Türkçe kitap ve dergi ihtiyacını karşıladı. Dönemin zorluklarını yaratıcı çözümlerle aşarak günlük gazeteleri dahi getirten Özgün Kitabevi, Türkçe Paris Rehberi ve kitaplar da yayınladı.


Yılmaz Güney'den, Abidin Dino ve Selçuk Demirel'e, Nedim Gürsel'den Şehmuz Güzel ve Ahmet Kaya’ya nice sanatçı ve edebiyatçının dostu olan Françoise ve Rüstem, 12 Eylül günlerinde Türkiye'den gelen devrimcilere ellerinden geldiğince destek olmuş ve gerektiğinde evlerini de onlara açmışlardı.

Eşini yitirdikten sonra, yakın dost ve arkadaş çevresine “Françoise olmadıktan sonra yaşamamın bir anlamı yok” diye dert yanan ve giderek sağlığını yitiren Gücüyener, son zamanlarında yemeden içmeden de kesilmişti.

Karaciğer hastası olan ve rahatsızlanması üzerine hastaneye kaldırılan Rüstem Gücüyener’in yakınları, hastanede doktorların tüm ısrarına rağmen “beni rahat bırakın hayatım hakkında tercihimi kendim yapayım” diyerek verilen yemeği ve ilaçları kabul etmediğini söylüyordu.

Rüstem Gücüyener, Paris’deki dostları tarafından Paris'in Türkiyeliler Mahallesi Strasbourg Saint Denis'de, eski Özgün Kitabevi’nin karşısında bulunan Kibele Restaurant’da yapılan kalabalık bir taziye ile uğurlandı.

Rüstem Gücüyener’in cenazesi 21 Şubat 2015 günü uçakla İzmir’e getirildi. Memleketi Bergama'da yapılan cenaze töreninin ardından çok sevdiği ve ülkesine dönüşünde yerleşmek üzere küçük bir arsa aldığı Dikili’nin Esentepe köyü mezarlığında toprağa verildi.

Rüstem Gücüyener ve Fanfan'ın değerli anılarına sevgiler.

Fanfan ile Paris'te 23 Ekim 2010'da buluşmuştuk












+++++

Arkadaşı Vahit Mahmatlı'nın kaleminden:

Vaktin Dolduğunu Bilen Şaman
ya da Paris'in En Güzel Abisi
Rüstem Gücüyener'in Anısına!

Bir varmış bir yokmuş diye başlayan masalların,
Çocukların, sokakların beyaz kurdu!

Sana her yer gurbet, her mevsim kıştı...
Bütün kurallar sana karşıydı...
Vaktin dolduğunu bilen bir şaman gibi çekip gittin.
Bize ölüm ne ki sorusu ve hüzün kaldı.
Şimdi kulaklarımızda
tanrısız bir azize ve şamanın
Hiç kimsenin bilmediği bir dilde söylediği
şarkılar ve marşlar var...

7 Şubat 2015

+++++


Gençlik yıllarında Paris'te













Rüstem Gücüyener ve Fanfan,
Özgül Kitabevinde (2013)


HEKİMOĞLU’NU SÖYLE ÖMER!

ÖMER KALAYCIOĞLU

Yıllardır lösemi tedavisi görüyordu. 3 gün önce, yanına gidelim derken, ziyaret edilemediğini çünkü gelişen çoklu organ yetmezliğinden yoğun bakıma alındığını söylediler. Bu sabah dört arkadaş buluşup belki iyi haber alırız diye yola çıktık. Cerrahpaşa'ya giden minibüste aldık haberini. Ömer'i sabaha karşı 02.10'da kaybetmişiz.

EskiDostlar buluşmasında (15 Nisan 2012)

Celalettin Ömer Kalaycıoğlu 1960 doğumluydu. 78 kuşağının devrimci gençlerinden. Beşiktaş sahilindeki UESYO öğrencisiydi. Tekstil bölümüne 1977 girişliydi. Daha iyi bir eğitim, daha eşit ve özgür bir yaşam, kardeşçe yaşanan bir ülke istedi. Zorbalığa karşı mücadele etti. Beşiktaş Dev-Genç ve Devrimci Yol davalarından yıllarca yargılandı, Hasdal ve Sultanahmet cezaevlerinde birlikte kaldık. Bizden önce tahliye oldu dava sürerken. Eli sanata, dili türküye yakındı. İnce yürekli ama gür sesliydi. En zor koşullarda pek güzel saz çalıp türkü söylerdi bize. Sazını da kendi yapardı gerekirse. "Hekimoğlu" türküsünü severdi en çok.

Yıllar sonra dışarı çıktığında, yüreğindeki güzelliği koruyarak yeni baştan kurdu yaşamını. Tekstil teknik ve tekstil moda tasarım dallarında akademik eğitimini tamamladı. Uzun yıllar tekstil sektöründe özellikle hazır giyim imalat - ihracat firmalarında çalıştı.

İyi kötü günler yaşadı, hepimiz gibi. Bir gün, zor bir hastalığa yakalandığını öğrendi bazılarımız gibi. Tedavisi yıllarca sürecek dediler. Hiç sızlanmadan geçirdi meşakkatli tedavi seanslarını. Bazen günlerce, haftalarca hastanedeydi. Gülümsemesi hiç eksik olmazdı. Herkesin yardımına koşardı Cerrahpaşa Hematoloji'de. Kendisi ilik naklini beklerken, tüm hastaların sorunlarına merhem olacak çağrılar, kampanyalar yaptı. Bunları paylaşır, heyecanla büyütmeye çalışırdı.

Çizgi: Firuz Kutal
Ömer'e uygun donör bulundu geçen sene. Nakil için uygun koşullar bekleniyordu. Biz de umutluyduk. Ama yetmedi zamanı.

Yarın öğleyin Büyükbakkalköy Mezarlığında buluşacağız Ömer Kalaycıoğlu ile son kez. İlanını, yaka kartlarını hazırladık. Görse "Hocam elinize sağlık çok iyi olmuş ama şurasını biraz büyütsek olmaz mı?" derdi mutlaka.


Çoğunuz onu tanımadınız. Bunları anlattım çünkü tanısanız eminim çok severdiniz Ömer’i Dünyanın ağrısını çekip, dünyaya küsmeden yaşadı. İçindeki umudu hiç yitirmedi. Kırmadı kimseyi, küsmedi. Sadece kendisi ve ailesi için değil, hepimiz için iyilikler istedi. Bunun için elini taşın altına sokmaktan da çekinmedi.

Eşi Canan, ve kızı Öge’ye, ailesine ve geniş ailemize başsağlığı diliyorum. Elveda Hekimoğlu. Anıların ve ideallerin bizimle yaşıyacak.

12 Nisan 2016


Ömer Kalaycıoğlu ve Kızı Öge











BirGün gazetesi (12 Nisan 2016)