ANNEMİN ŞİİRİ

Bugün 12 Eylül darbesinin 28. yılı. Darbeciler, mahkemeler, davalar ve mağdurlar konuşulacak. 12 Eylül'ün hala yargılanamamış şuçları ve suçluları ağır bir yük gibi dururken toplumun sırtında, vicdan mahkemeleri kurulacak. 


Bir de 12 Eylül anneleri var, hiç unutmayan o karabasanı. Benim annem Adalet Aydın, 12 Eylül annelerinden birisiydi. Şimdi yok. Geçen 20 Kasım'da kaybettim onu. Aşağıdaki yazıyı kaybetmeden birkaç ay önce yazmıştım onun için. Bugün annemi anmak istiyorum izninizle. Keşke şimdi burada olsaydı.

12 Eylül 2008

***

Annem 75 yaşında. 8 Mart günü kalça kemiği kırıldı ve o günden beri de hastanede yatıyor. Babam Orhan Aydın 8 Mart kadınlar günü icin ona çiçek almaya gitmiş, evde yalnızdı. Annem aynı zamanda uzun yıllardır diyaliz hastasıdır.

İlk gün ameliyat edemediler. Ertesi gün kırılan kemik topuzunu ameliyatla cıkartıp yerine metal taktılar. Bir süre yoğun bakımda kaldı. Dün ayağını yeniden yere bastı. Diyaliz hastalarının kemikleri de zayıflıyor. Daha önce memleketi Hopa'da iken diğer taraf da kırılmıştı. Bu yüzden zor yürüyordu zaten. 

Annem 12 Eylül yıllarını tutukevi kapılarinda geçirenlerden birisidir. Önce tansiyon hastası oldu. Sonra böbrekleri çalışmaz oldu. Tam 11 yıldır haftada 3 kez diyalize giriyor. Bedeni üçte bire düştü, evden cıkamıyor ama hic yılmadı, yaşama hic küsmedi. Uzun planlar yapıyor hep. Ölmeye ise hiç niyeti yok.

Ben içerdeyken şiirler yazardım. Onları dışarıdaki arkadaşlarım "Dostlarım" adında ince bir kitapta toplamıştı. Yayıncısı ise annem "Adalet hanım" olmuştu. Kitabın girişine bir de kendisi şiir yazıp koymuştu. 12 Eylül'ün anneme yazdırdığı bu şiir, onun ömrü boyunca yazdığı ilk ve tek şiirdir. Asağıya ekliyorum, farzedin ki sizin anneniz size yazmis. Geçenlerde andığımız Ertuğrul Karakaya'nın, Gökalp Çiftçioğlu'nun annesi veya...

Bugünlerde yine Kenan Evren'den çok bahsediliyor da, benim yaşlı annemin bir deri bir kemik kalmış yüzü hemen kararıyor, tansiyonu çıkıyor her adı geçtiğinde. Annemin 12 Eylül'ü hiç bitmedi. Hep sürüyor çünkü...

Eger hala yaşıyorsa hepinizin annesine sevgiler, oğlunu ve kızını yitirmiş tüm annelere saygılar...

OĞLUMA

Yaram sızlar, yaram sızlar
yarasızlar ne anlar yaralıdan
nereye gitsem yaram içimde sızlar
yavrusu yanında olan ne anlar yaralıdan
yaramın sızısını ne anlar yavrusuzlar?

Aylar geçer, yıllar geçer
özlemi içimi biçer
bu yaranın acısı yavruma kavuşunca geçer
yaram sızlar, yaram sızlar
yavrumun acısını ne bilir yarasızlar?

Oğul yüzüm gülmeyiversin
her gun gülen yüzler var iken
bahtıma güneş doğmayiversin
gönlümün ışığı gözlerin yeter!

Rüzgarlı, yağmurlu, selli günlerde
gönlümde aranan başka teselli
sana sarılıp bol bol koklamak
bir gün olacaktır o da besbelli...

Adalet Aydın - İstanbul, Şubat 1986

-------------------------------------------------------------

Cezaevi Kapılarında

Zulme itiraz edenler 12 Eylül zulümhanelerindeyken, onların yakınları da o kalın duvarların dibinde çile çekiyordu. Bazıları artık burada değil ama direngen bakışları asla unutulmasın.

Fotoğraf: Sağmalcılar Hücre Tipi Askeri Tutukevi yan duvarı, yıl 1984. Soldan sağa Mehmet Terzioğlu'nun eşi Hatice Terzioğlu, İbrahim Yakut'un eşi Serap Yakut, Yasin Nuri Aydınlı'nın eşi Şükran Aydınlı, Feride ve Fikret Akovalı'nın annesi Sündüs Akovalı, Sedat Kesim'in eşi Semra Kesim, Timur Semerci'nin annesi Ayhan Semerci, Ahmet Kenger'in annesi Besime Kenger, Bülent Aydın'ın annesi Adalet Aydın ve Ernur Kalender'in kardeşi Arzu Kalender.





Sağmalcılar Hücre Tipi Askeri Tutukevindeki
İstanbul Devrimci Yol davası ziyaretçileri (1984)




Annem olsaydı

Bakırköy’ün ortasında annemin evi
Babam yalnız o evde geçen yıldan beri

Memleketimin yağmurlarını
Çok özledim ben derdi
Yağmurlu bir laz günü
Onu toprağına verdik

Artık feri sönse de parlardı hep gözleri
Hala yanağımda annemin sıcak jelatin eli

Yağmur yine yağsaydı
Saçımı okşasaydı
Bir yanım hala çocuk
Annem burda olsaydı

Bülent Aydın
20 Kasım 2008















KOCAMUSTAFAPAŞA'NIN DELİKANLISI

CEMAL ATAŞ (1961 - 17 Temmuz 2005)

CEMAL ATAŞ ÖLDÜ AMA 12 EYLÜL YAŞIYOR

21 Temmuz 2005 Perşembe günü BirGün gazetesinde yayınlanan ölüm ilanını gördüm. Belli belirsiz gülümseyen fotoğrafının altında “Cemal Ataş / 1961” satırlarından sonra, şöyle yazıyordu: “Göz bebeğimiz, en küçüğümüz, kardeşimiz Cemal’ımızı hayat kavgasında kaybettik. Acımızı anlatacak kelime bulamıyoruz... AİLEN”

Bu bizim Kocamustafapaşa Dev-Genç’li, ele avuca sığmaz “Ufaklık” Cemal değil mi?

Yüreğime bir sızı saplandı. Ertesi gün yapılacak cenaze töreninin duyurusundan sonra eklenmiş irtibat telefonunu aradım hemen. Ablası Güler Ataş “Evet dedi, sizin Cemal, benim de kardeşim"... 12 Eylül fırtınasının ardından yaşamını sürdürdüğü Almanya’nın Dortmund kentindeki evinde otururken fenalaşmış Cemal. “Ambulans çağırın, ben galiba beyin kanaması geçiriyorum” demiş evdekilere. Bunlar Cemal'in son sözleri olmuş. Beyin damarlarında oluşan anevrizmanın yol açtığı kanama resmi ölüm nedeni...

ÇOK UZAKTA...

17 Temmuz 2005 günü, henüz 44 yaşında, mahallesinden, şehrinden ve ülkesinden çok uzakta hayata 'sessiz sitemsiz' gözlerini kapayan, evli ve iki çocuk babası Cemal Ataş’ın öyküsü, bir başka 12 Eylül hikayesidir.

70'li yılların sonunda, henüz lise yıllarında başlayan devrimcilik, faşist milislere karşı amansız bir mücadele, iç savaş benzeri sokak çatışmaları... Sonra sıkıyönetim. Cemal'i 19 yaşında yakalayan 12 Eylül 1980 darbesinin karanlık günleri. Baskı ve kovalamaca, kaçaklık, işkenceler...

Cemal Ataş cezaevinde (Sol altta)

12 Eylül'ün askeri mahkemelerinde yargılanma. "Yargılanma" dediysem lafın gelişi. Hüküm baştan belli. 10 yıl Elazığ ve İstanbul Bayrampaşa cezaevlerinde en kötü koşullarda mahpusluk ve ardından firar. Sonrası hem ekmek hem de onur mücadelesi, burası dar edilince mültecilik... Gurbet, hasret yılları, ayrılıklar ve işte ansızın gelen ölüm...

Cemal Ataş'ın Almanya’dan gelen tabutunu Bahçelievler Yaşam Hastanesi morgundan teslim almaya gittik ertesi gün. Morgun önünde yakıcı İstanbul Temmuz güneşinden korunmak için ağaç gölgesine sığınmış ağlaşan Trakyalı, Karadenizli amcalar ve teyzeler, incecik ufak tefek bedenine siyahlar giyinmiş eşi Asuman, abisi Mustafa Ataş öğretmen, ablası Güler Ataş. Masada etrafa şaşkın bakan iki güzel çocuk. Kızı Temmuz, oğlu Cem. Haberi alınca 25 yıl önceden arkadaşlarını uğurlamaya gelmiş eski dostlar...

Tabutu arabaya koyduk. Ablası Güler Ataş, kısa bir konuşma yaptı: “Devrimci kardeşimiz Cemal’i uğurlamak için toplandık. Onun hikayesi hem özgün hem ortak bir 12 Eylül hikayesidir. Yani bizim hikayemizdir.” Sonra teşekkür etti Cemal’i son yolculuğunda yalnız bırakmayan dostlara.

SON KUCAKLAŞMA...

En son, geçtiğimiz (2005) Nisan ayında, İstanbul EskiDostlar gecesinde görmüştüm ben Cemal’ı. Bir ara o kalabalıkta birisi sırtıma dokundu. Baktım, kısa boylu, sevimli, saçları dökülmüş bir arkadaş. Önce tanıyamadım. “Ben Paşalı Cemal” dedi. Hemen ardından muzipçe ekledi: “Badermaynof Cemal!”... 25 yıllık görüşmemişliğimizle sımsıkı sarıldık birbirimize. Hemen anlattı, 1990’dan beri yurt dışındaymış. Tasadüfen buradayken buluşmamızı duyup gelmiş. Turizm işiyle uğraşıyormuş. Ufak tefek sorunları varmış ama sağlığı iyimiş. Çok sevindim onu gördüğüme. En kısa zamanda Paşa'da buluşmaya sözleştik. Meğer bu son görüşmemizmiş.

12 Eylül işkencehanelerinde şöyle derdi işkenceciler bize: “Ölmedik de kurtulduk sanmayın oğlum. Artık hayretmez sizin durumunuz. Çok yaşamazsınız buradan sonra. Yarım bıraktık sizi çünkü. Her biriniz ilerde genç yaşta öldükçe bizi hatırlarsınız!” Cemal Ataş, bu yaşta kim bilir kaçıncı genç ölümüz bizim.

Önümüzdeki aylarda (2005 Eylül), 12 Eylül darbesinin 25. yılı münasebetiyle cuntacıların yargılanması, darbecileri ve suçları koruyan anayasa maddesinin kaldırılması için etkinlikler yapılacak. Çünkü, binlercesi gibi, Cemal Ataş da öldü ama 12 Eylül hala yaşıyor bu ülkede...

KOCAMUSTAFAPAŞA GÜNLERİ...

Cenaze arabasının ardından araçlarımızla konvoy yapıp, yola koyulduk. Camlarda ve yakalarımızda Cemal’in resmi, Beylikdüzü'ndeki mezarlığa geldik. Temmuz güneşinin altına uzanmış tabutun önüne açılmış anma defterine onun için bir şeyler yazdık. Mezarlık eğimli bir tepede. Bir yandan Marmara denizine, bir yandan Çekmece gölüne bakıyor. Dalgın gözlerle etrafa bakan, ne gördüğünü sorsanız söyleyemez insanlarla dolu etraf. İkili, üçlü sohbetlerde hep 'Ufaklık' Cemal ve Kocamustafapaşa günleri konuşuluyor:

“Gece-gündüz saldırırdı mahalleye faşistler. Önce ekipler (polis arabası) gelir bizim kahvelerde arama yapar, peşinden onlar sökün ederlerdi. Ellerinde silahlar... O arada kendini savunacak bir şeyler buldun buldun, yoksa yandın. Cemal kaç vartayı atlattı böyle...”

“Paşa’nın etrafı faşistlerin üslendiği yurtlarla çevriliydi. Fındıkzade’ye, Çapa’ya kolay kolay çıkamazsın. Yollarda pusu kurulur, öğrenciler çevrilir, kimliklere bakılır, kimisi dövülür bazen de kurşunlanırdı. Cemal de içinde devrimciler; hem kendilerini, hem okullarını, hem de mahallelerini, sokaklarını korumaya çalışırlardı. Cemal gözünü budaktan esirgemez, yaşına başına bakmaz en önde girerdi kavgaya...”

“Hatırlar mısın bir defasında, Cemal çantası içinde ithal ve havalı bir matkap ile gelmişti. Çantayı yarım açıp matkabın kabzasını sanki otomatik silahmış gibi gösterip epey korkutup kaçırmıştı faşistleri...”

“Grevdeki fabrikaların işçileri, gece olup karanlık basınca grev çadırına yapılacak faşist saldırılardan çekinirdi. Cemal parmak uçlarında yükselir, sesini kalınlaştırır “Dev-Genç’liyiz biz, sizi koruruz sakın çekinmeyin bu köpeklerden!” derdi.

Bazen eve gidemez, yatacak yeri olmaz yine de önce arkadaşlarının derdini sorardı. Yaralanana bir sağlıkçı arkadaş bulur, yazılama yapılacaksa boya bulur, karnı aç olana para bulur, bulamazsa cebindekini verirdi...”

“Ne çok severdi mahallesini. Oysa ülkesine bile gelemedi yıllarca. Cezaevinde uzun açlık grevlerinde hastalandı. Kalbi rahatsızlandı, pil taktılar. Tansiyonu da vardı. Ama bırakmadı yaşamın yakasını. Almanya’da da sürdürdü devrimci kişiliğini. Devrimciler bir araya gelip ÖDP kurulunca oradan yardım etti elinden geldiğince...”

SON VEDA...

Almanya'dan gelen maun tabutundan çıkarıp, güneşten ısınmış toprağın içine, mermer bir mezarın yanına açılan çukura koyduk beyaz kefene sarılı bedenini. Üzerini çabucak örttük toprakla. Acımızı örter gibi. Yanımızda getirdiğimiz çiçekleri koyduk üzerine. 3 yaşlı kadın fenalaştı, eşi Asuman ağladı mezarı başında. Dostlar yaklaştı. Anısına 1 dakika saygı sessizliği.

Mahalleden bir devrimci arkadaşı konuştu sonra: “Son kez uğurluyoruz Cemal’imizi. Artık o delifişek, yürekli adam yok. Anısı biz burada kaldıkça bizimle yaşayacak. Ondan çalınan yıllar kızı Temmuz ve oğlu Cem’in ömrüne eklensin...” 

Artık sözlerin de bir kıymeti yok. Cemal gitti, anılar ve acılar bize kaldı.

Temmuz ve Cem boş gözlerle bakıyorlar etrafa hala: “Anne, ne çok arkadaşı varmış babamın? Nasıl duymuşlar buraya geldiğimizi? Nereden biliyorlar bizim yaşadıklarımızı? Anne bunlar hep akrabamız mı bizim?..”

24 Temmuz 2005

 

Cemal Ataş'a son veda (22 Temmuz 2005)

 


BİR EYLÜL HİKAYESİ

Neşe Aydın, 22 Haziran 1962 yılında Ordu - Perşembe'de doğdu. Öğretmen anne babanın ilk çocuğuydu. Bir yıl sonra bir de erkek kardeşi oldu. Ufak tefek, simsiyah saçları ve koyu yeşil gözleri olan, zeki bir kızdı. Ele avuca sığmaz, hareketliydi. Perşembe'den sonra, Eşkişehir'de büyüdü. Çalışkan bir öğrenciydi. 1979 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni (SBF) kazandı ve Ankara'ya geldi.

Öğretmen babası ve annesinin her gün helalleşip evden çıktığı, her akşam eve nasıl sağ salim dönüleceğinin hesabının yapıldığı yıllardı. Öğretmenlere, öğrencilere, işçilere, okullara, fabrikalara her gün yeni saldırılar düzenleniyor, muhalif aydınlar, gazeteciler öldürülüyordu. Neşe daha lisedeyken okuyan, soran ve anlayan birisi olmuştu.

SBF, bu ülkenin en önemli okullarından birisiydi. Kaydını yaptırırken yüreği tıp tıp atıyor, heyecandan yüzü kızarıyordu. İşte, kitaplarını okuduğu, adlarını duyduğu nice aydın ve liderin sıralarından geçtiği yerdeydi. Üniversitenin daha ilk yılında okuluna saldıran faşistlerin ve protesto gösterilerine müdahale eden polislerin şiddet ve nefretiyle yüz yüze gelmişti. Tabii, ülkenin gerçekleriyle de. Olanı biteni anlamak için daha çok okudu, yükselen muhalefet hareketinin yanında oldu. Gencecik yüreği yoksullarla, mazlumlarla, hak arayanlarla birlikte çarpıyordu artık.

1980 yılında, Tariş direnişi sırasında, Ankara'da yapılan protesto gösterilerinin birinde göz altına alındı. Bir haftaya yakın nezarette kaldı. Neşe'nin naif ve narin yapısı yüz yüze geldiği işkence, şiddet  ve aşağılanma ile adeta kırıldı. Çok etkilenmişti. O dönemde içine girdiği depresyondan uzun süre çıkamadı.

12 EYLÜL...

Neşe'nin umut dolu dünyasının ıssızlaşmaya başladığı sıkıyönetim günlerinin ardından, 12 Eylül'ün ağır baskı koşulları geldi. Yaptığı her şey yasaklanmıştı. Okuduğu kitap ve dergiler toplatılmış, kendisini bir parçası saymaktan mutlu olduğu her yer kapatılmıştı. En sevdiği akrabaları, arkadaşları aranıyor, peş peşe tutuklanıyor, her gün gazetelerde, haberlerde öldürülenler, yakalananlar sergileniyordu. Ülke bir açık hapishane, okulu giderek Nazi kampına dönüşmüştü.

Depresyon, yerini ehvam ve süpheye ve zaman zaman büyük korkulara bıraktı.

Bilinci, şiddetli kaygılarla sarsılıyordu. Her an kötü bir şey olabilir, o da gözaltına alınır, arkadaşlarını ihbar etmesi için işkence yapılabilirdi. Şüphe, izlenme duygusuna yerini bıraktı. Evdekiler dahil herkes ona kötülük yapabilirdi. Artık herkesten şüpheleniyor, yolda yürürken arkasından gelenlerin polis ve ajan olduğunu, kendi odasında otururken bile dinlendiğini, izlendiğini sanıyordu. Çok kitap okuyor, çok sigara içiyordu.

Türkiye 12 Eylül faşizminin çizmesi altında inim inim inlerken, Neşe'nin yüreği de sanki parça parça sökülüyordu.

Çok sevdiği okulu da değişmişti. Okula ara verdi. 1985'de girdiği İstanbul Hukuk Fakültesine 1 yıl devam etti. Bu koca şehir de onun içindeki ve bilincindeki parçalanmalara melhem olmadı. Burası daha kalabalıktı. Daha çok kötülük, daha çok acı vardı. İşkenceler, ölümler, kayıplar bütün hızıyla devam ediyordu. Bütün bunlar Neşe'yi acıtıyordu. 1987 yılında, bu kez Ankara Hukuk Fakültesini kazandı. 1992 yılında oradan mezun oldu. Yıllar sonra SBF'ye de tekrar döndü. 1996 yılında da SBF'yi bitirdi. 

GİRDAP...

Neşe, Hukuk Fakültesindeyken yüreğine değen bir gençle tanıştı. Evlendi, bir oğlu oldu. Adını Fırat koydular. Şimdi 5. sınıfta. Evliliği ve hamileliği hep sorunlu geçti. Hamileyken iyice kötüledi. 1993 yılında hastalığına şizofreni teşhisi konuldu. Tedavi gördü. Evliliği yürütemedi, ayrıldılar.... Neşe anne, babasının yanında hem kendini ayakta tutmaya, hem de çocuğunu büyütmeye çalıştı. Ona özene bezene seçtiği kitapları okudu. Hiç kimsenin bilmediği masalları anlattı.

Her şeyi bırakmış ama okumayı bırakmamıştı. Odasına kapanıyor, okuyor, okuyordu... Okumak belki hayatta tutunduğu tek şeydi. 2002'de avukatlık stajını yaptı, 2003'de mali müşavirlik ve noterlik belgesini aldı. Aralarda işe girip çalıştı. 

Cenazesinde bir kenarda duran on kadar yabancı görünce yanlarına gidip Neşe'yi nereden tanıdıklarını sordum. "İşyerinden arkadaşıyız" dediler. "o çok iyi birisiydi. Kimseyi kırmaz, kimsenin hakkının yenilmesine izin vermez, her şeyi bilirdi. Onu çok sevdik. Ama ona bir türlü tam ulaşamazdık. En son 15 gün önce aradık, iyi değilmiş, bizimle konuşmak istemedi..."

Ben 1981 Haziranından itibaren İstanbul cezaevlerinde tutukluydum. Neşe, bana sevecen ve umutlu mektuplar yazardı ilk yıllarda. Gönderdiği iyi seçilmiş kitaplar, dergiler, özene bezene yazılmış sözler ve şiirler yüreğimi serinletirdi. Arkadaşlarımla birlikte okur, sevinirdik. Giderek mektupları karamsarlaştı.

Moralinin bozuk olduğunu yazdığı bir mektubuna üzülmüş, şu şiirle yanıt vermiştim:

Neşe kız

Neşe Aydın ve oğlu Fırat
Ufak tefek
güzel gözlü yürek
kız
adını sakın unutma
gül...

Ufak tefek
güzel gözlü yürek
kız
baharı bekle
bahara sakın ihanet
etme...

Neşe için bahar hiç gelmedi. Mezarlık dönüşünde, tıka basa kitap ve defterle dolu kütüphanesini gözden geçirmesini söyledim kardeşine. Dün akşam aradı, şiirlerini yazıp sakladığı 200 sayfalık bir defterini bulmuş Neşe'nin. Kim bilir her sayfasında ne fırtınalar esiyordur...

ANEVRİZMA...

8 Eylül 2004 sabahı durdu Neşe'nin yorgun yüreği. Gözleri zaten yumuktu günlerdir. 1 hafta önce "anevrizma" neticesinde beyin kanaması geçirmiş, pat diye düşmüştü yere. "Başım çok ağrıyor" oldu son sözleri. 2 ay yatar böyle yoğun bakımda, sonra durumu belli olur" demişti doktorlar ama, asılacak bir hayatı olmadı ki onun. Gencecikken, alelacele kurulmuş darağaçlarında asılan yaşıtlarının urganı kadar güçlü değildi ki onun hayat bağları...

Son günlerde iyice kötülemişti, evdekilerden çıkarıyordu hıncını. Sadece onun kollarındayken içinin ısındığı, yüzünün biraz olsun güldüğü oğlu Fırat bile, "Sen benim annem değilsin. Sen git, annem gelsin!" demişti o gün.

Oysa yaşıtları, 12 Eylül'ün 24. yılında "darbeciler yargılansın" diye kampanya yapıyordu dışarda. 12 Eylül günü Ankara'da yapılacak yürüyüşe hazırlanıyorlardı. "Geçmişi, gerginliği kaşımanın ve geleceğe ipotek koymanın doğru olmadığını" söylüyordu parlementodaki muhalefet partisinin lideri bile. Ama Neşe'nin ve daha bir çok yaşıtının hiç geleceği olmadı ki.

Onların 12 Eylül'ü her gündü, hiç bitmedi. Onların geçliği, umutları, yüreği ve hayatı 12 Eylül günlerinde kırılmış ve bir daha hiç onarılamamıştı. Hiç geride kalmamıştı baskı ve zülüm günleri. İçlerine girmiş, bilinçlerini kemirmiş dengelerini bozmuştu. Tıpkı koca bir toplumun yıllar süren yasaklarla, baskı yasalarıyla, kötürüm edilmesi, üzerine ölü toprağının serpilmesi gibi...

Şimdi Ankara'da, Karşıyaka Mezarlığında 1.5 metrekarelik yerinde yatıyor,  amcamın kızı Neşe Aydın. Öldüğünde henüz 42 yaşındaydı ve ömrünün yarısını bile yaşamamıştı... Geride boynu bükük bir oğul, 200 sayfalık bir şiir defteri ve resimlerdeki gülüşünü bıraktı.

Gözünüz aydın olsun darbeciler, diktatörler, vatan kurtarıcıları... Siz mutlu mesut yaşayın ömrünüzün sonuna dek, çok başarılı oldunuz çünkü. Kırıp söndürdüğünüz umutlar ve gencecik hayatlara, bugün bile yenileri ekleniyor.


Bülent Aydın
10 Eylül 2004


+++++

REFİK DURBAŞ'IN KALEMİNDEN:

RÜZGARA ALFABE

Bir Eylül Hikayesi...


22 Haziran 1962’de Ordu - Perşembe’de doğar. Öğretmen bir anne-babanın ilk çocuğudur. Ufak tefek, simsiyah saçları ve parlak siyah gözleri olan, zeki bir kızdır. Perşembe’den sonra Eskişehir’de büyür.  İyi bir öğrencidir. 1979’da Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni kazanır.

Öğretmen babası ve annesinin her gün helalleşip evden çıktığı, her akşam eve nasıl sağ salim dönüleceğinin hesabının yapıldığı yıllardır. Daha lisedeyken okuyan, soran ve anlayan birisi olmuştur. Üniversitenin ilk yılında okuluna saldıran faşistlerin ve protesto
gösterilerine müdahale eden polislerin şiddet ve nefretiyle yüz yüze gelmiştir. Ülkenin gerçekleriyle de... 

1980 Tariş direnişinde, Ankara’da yapılan protesto gösterilerinin birinde gözaltına alınır. Bir haftaya yakın nezarette kalır. Narin yapısı, yüz yüze geldiği işkence, şiddet ve aşağılanma ile adeta kırılır ve girdiği depresyondan uzun süre çıkamaz.

Umut dolu dünyasının ıssızlaşmaya başladığı sıkıyönetim günlerinin ardından, 12 Eylül’ün ağır baskı koşulları gelecektir. Yaptığı her şey yasaklanmıştır. Okuduğu kitap ve dergiler toplatılmış, kendisini bir parçası saymaktan mutlu olduğu her yer kapatılmıştır.
En sevdiği akrabaları, arkadaşları aranıyor, peş peşe tutuklanıyor, her gün gazetelerde, TV haberlerinde öldürülenler, yakalananlar sergileniyordur.

Depresyon, yerini evham ve şüpheye, zaman zaman da büyük korkulara bırakır. Çünkü ya o da gözaltına alınırsa ya arkadaşlarını ihbar etmesi için işkence görürse? Şüphelerini izlenme duygusu izler. Artık herkesten şüphelenmekte, yolda yürürken arkasından gelenlerin polis ya da ajan olduğunu, odasındayken bile izlendiğini sanıyordur.

Bu sırada okula ara verir. Daha sonra İstanbul Hukuk Fakültesi’ne devam edecektir, ama bu koca kent de yüreğindeki ve bilincindeki parçalanmalara merhem olmaz. 1987’de Ankara Hukuk Fakültesi’ni kazanır ve 1992’de mezun olur.

Hukuk Fakültesi’ndeyken yüreğine değen bir gençle tanışmıştır. Evlenirler, bir oğulları olur: Fırat... 

1993’te hastalığına şizofreni teşhisi konulur. Tedavi görür. Bu sırada yürümeyen evliliğini bitirir. Anne-babasının yanında hem kendini ayakta tutmaya, hem de çocuğunu büyütmeye çalışır. Ve 8 Eylül 2004 sabahı durur yorgun yüreği... 

Şimdi Ankara’da, Karşıyaka Mezarlığı’nda 1.5 metrekarelik yerinde yatıyor,  boynu bükük bir oğul, 200 sayfalık bir şiir defteri ve resimlerdeki gülüşü hatırasında bırakarak... 

***

Adı Neşe Aydın’dı, yani sevgili arkadaşım Bülent Aydın’ın amcasının kızı... 

Yukarıda satırları Bülent Aydın’ın internet sitesi Turnusol'da yazdıklarından özetlemeye çalıştım. Çünkü Neşe Aydın’ın hikayesi, 12 Martları, 12 Eylülleri yaşamış hem benim kuşağımın hem benden sonra gelenlerin de macerası......

Nasıl unutulur?  

Bülent Aydın’ın yazdıklarını okuduğum akşam, televizyonda “beşN birK” programında Cüneyt Özdemir, 1967’de Yunanistan’da darbe yapan cuntanın üç liderinden bugün göz hapsinde yaşayanı ile konuşuyordu. İdamdan dönen, daha sonra cezası müebbet
hapse çevrilen eski albay hala yaptıklarını savunuyor, “komünizm” tehlikesinden dem vuruyor ve geçinemediğinden yakınıyordu: “43 yıl bu ülkeye hizmet ettim, altı yıl devletin üst kademesinde bulundum. Buna rağmen hakkım olan emekli maaşımı kestiler, şimdi yazdığım dört kitapla geçiniyorum.”

Albay, herhalde Neşe Aydın benzeri Yunanlı gençlerin  başından geçenleri anlatıyordur kitaplarında...

Oysa mesela resim yapsa daha rahat bir hayat sürmez miydi?

19 Eylül 2004 Pazar
Sabah Gazetesi

MERYEM ÖZDEMİR BÖYLE BİRİYDİ


HAYAT


Yeni haftaya eski bir arkadaş için ölüm ilanı yaparak başlayacağım. Dün öğlene doğru şehir dışından gelen bir telefon, Avukat Meryem arkadaşımızın beyin kanaması neticesinde hayatını kaybettiğini söyledi.

Bir özgürlük kelebeği daha düştü toprağa


Meryem Özdemir, 12 Eylül 1980 öncesi İstanbul'da, Beyazıt'ın en meşakkatli okullarından İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Dev-Genç'li öğrencilerindendi. Kayseri'nin Sarıoğlan İlçesi Karaözü kasabasındandı. Aynı okuldan, yine o dönemin anti faşist mücadele önderlerinden İlker Dalak ile biz içerdeyken evlenmişlerdi. Sonradan ayrılmışlar ama iki çocukları vardı. Daha önce iki kez daha beyin damarlarından sorun yaşamıştı, ameliyat olmuştu. Henüz 51 yaşındaydı.

Meryem Özdemir
(1960 - 8 Temmuz 2011)

Hemen bende mail adresleri bulunan eski arkadaşlara
 'kaybımızı' haber verdim. O dönemin Aksaray - Beyazıt bölgesinden birkaçına ise telefon ettim. Akşam 5'te Samatya SSK Hastanesi önünden uğurlayacağız memlekete demisti İlker. Bugün Karaözü'de toprağa verdiler Meryem'i. Kalabalık olmuş cenazesi. Yörenin adetlerine göre birkaç gün daha sürecek ağıt ve taziye anmaları.

Kızgın temmuz güneşi altında, hastane kapısında 50 kişi kadar vardık biz de. Böyle günlerde hemen koşup gelen birkac eski dost, Hukuk'tan, İktisat'tan birkaç okul arkadaşı, Meryem'in ve İlker'in kardeşleri, Kocamustafapaşa'dan arkadaşlar... Tanıdıklar selamlaştı, sarıldı. Başsağlığı dilekleri ve konuşmalar buruk... Bekledik bir saat kadar orada. Meryem, organlarını da bağışladığı için işlemler biraz uzadı.

Yanında hiçbir şey götürmedi bu dünyadan, organlarını bile...


"Ama gözü arkada kaldı" dediler. Oğlu Ilgın, 26 yaşında. İlk çocuğu ve spastik olan Ilgın, gölgede bir bankta babasının yanında boynu bükük oturuyordu. Etraftaki kalabalığa ne olduğunu anlayamadan bakıyordu. Annesi ona yıllarca hiç bir kimseye ve kuruma emanet edemeden ne zorluklarla bakmıştı. Onu çok seviyordu, her baktığında gözü yaşaracak kadar. Ona şiirler de yazmıştı. Kızı İlkem ise 21 yaşındaymış...

İstanbul'da her yıl yaptığımız EskiDostlar buluşmalarına gelirdi Meryem. Sonuncusunda da vardı. Konuşmuşuzdur belki, anımsayamıyorum. Kardeşi Birol Özdemir'den ilan için aldığım fotoğrafına bakıyorum. Saçları ağarmış, yüzü aydınlık ama yorgun bir kadın. Çok sevdiği, ne zorluklarla kazandığı mesleğinin simgesi avukat cübbesi üzerinde. 

Hastane morgunun kapısından aldık arkadaşımızın cenazesini. Köyüne götürecek ambulansa koyduk. Araç yola çıktığında bir sure dağılamadık. Önce ben ayrıldım birkaç arkadaşla. Başsağlığı diledik birbirimize tekrar. Kardeşini, eski eşini öptüm. Oğlunun saçlarını okşadım. Sesimi tıkayan yumru ise hala boğazımda. Ayrılırken Ilgın'ın gözlerine de baktım. Neyi kaybettiğinin belki farkında değil ama artık nasıl sürdürecek yaşamını belli değil...

Hayat böyle bitti eski arkadaşlarımdan birçoğu için. Hiç hak etmedikleri kadar ağır geçti. Buluştuğumuzda bunlardan değil, okulumuza ve mahallemize sahip çıktığımız, "duvarın öbür yanını" da gördüğümüz o unutulmaz direniş günlerindeki anılarımızdan ve kaybettiğimiz can arkadaşlarımızdan söz ettik hep. Gençliklerinde yeri yerinden oynatmışlardı, öldüklerini bizden başka duyan olmadı. O yüzden belki boğazımdaki bu yumru.

İstanbul Barosunda 2005'te düzenlenen Cahit Külebi şiir yarışmasında aşağıdaki şiiriyle birincilik ödülü almıştı Meryem. Böyle biriydi işte.

9 Temmuz 2011


ÇOCUĞUM


Meryem Özdemir'e şiir ödülünü
İstanbul Barosu Başkanı
Kazım Kolcuoğlu veriyor.

"Mahsus mahalde" 
boynu bükük duruşun 
burkuyor yüreğimi. 
Nedenin senden olmayışı 
utandırıyor beni. 


Sorulsaydı sana, 
razı olmazdın zekanın azına. 
Dayanılmaz yaşam ayazını 
ve yalnızlığı 
kabullenmezdin biliyorum. 

Verilseydi eline, 
doğuştan senin olanlar 
ve ertelenmeseydi hiç sevinçlerin 
gözlerinde pırıltı 
yüzünde aydınlık gülüşü görürdüm. 

Sen sarıl yine de, 
baharı getiren, 
kardelene yuva olan karlara 
ve tutun olanlarına 
kardelen ol yanındayım... 

Av. Meryem Özdemir 

16 MART BEYAZIT KATLİAMI

HATIRLAMAK UNUTMAMAKTIR

16 Mart 1978'in üzerinden tam 31 yıl geçmiş, bir ömrün yarısı. Oysa benim nice arkadaşım o kadar bile yaşamadı. En güzel ve en yakışıklılarımız onlar mıydı, yoksa şimdi buradan bakınca mı bize öyle geliyor bilemiyorum?


Ben 1978'de İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Maçka Maden Fakültesi üçüncü sınıf öğrencisiydim. Biz İstanbul'un ODTÜ'sü, Siyasal'ıydık bir bakıma. 70'li yılların devrimci geleneği kopmadan sürmüş, okula başladığımız1975'ten itibaren giderek yükselen faşist saldırılar güçlü bir anti faşist direnişle karşılanmıştı.

Bir yandan kurduğumuz öğrenci dernekleriyle, komitelerle, kültür kollarıyla akademik – demokratik sorunlarımızla uğraşır, bir yandan duvar gazeteleri, dergiler hazırlar, forumlar, eğitim çalışmaları yapar politik meseleleri tartışırdık.

Kendi okulumuza yönelik saldırılara örgütlü bir şekilde direnir, bizden çok daha zor durumdaki okullara da destek ve dayanışma için giderdik sık sık. Vatan Mühendislik, Hukuk, Edebiyat, Fikirtepe Eğitim Enstitüsü öğrencilerinin toplanma yerlerine, Niğde, Site, Atatürk Öğrenci Sitesi (AÖS) öğrenci yurtlarına gittiğimizde"İTÜ'lüler geldi" diye gülümserdi arkadaşlarımız, onlara katılır, azken çok olur, yürürdük birlikte.

Bilen bilir, "Biz" zamanıydı o zamanlar. Tekil şahıs kullanmazdık pek. Birlikte öğrenci evlerinde kalır, bir bardak çayı, bir dilim ekmeği paylaşır, birlikte okur, sınavlara birlikte hazırlanır, birlikte yaşar ve ne yazık ki birlikte ölürdük o zamanlar. Şimdi Çocuk Mahkemesi olan, Gülhane Parkı girişi karşısındaki asık suratlı morg binasınınyan kapısından vurulup düşmüş arkadaşlarımızı tabut içinde alır, omuzlarımız üzerinde bir süre götürür uğurlardık memleketlerine. Sanki güneşe doğru uçarken düşmüş kuşlar gibiydiler.

16 MART 1978 PERŞEMBE...
Bundan tam 31 yıl önce, 16 Mart 1978 Perşembe günü sabahı ben de Beyazıt Meydanı'ndaydım. Tedirgin ve serin bir sabahtı. Sessiz ve her zamankinden sakindi etraf. Meydanın bir arka sokağında bulunan Denizli Yurdu ve önünde okula gitmek için bekleyen Edebiyat Fakültesi öğrencileriyle buluştuk. İstanbul Üniversitesi'nin Laleli'deki Edebiyat Fakültesi ve Beyazıt'taki Hukuk Fakültesi bir süredir faşist işgal altındaydı. Devrimci öğrenciler hem faşistlerin hem de polislerin yoğun saldırı ve tehdidi altında okula gidip gelmeye devam ediyorlar, derslere ve sınavlara giriyor ve okullarındaki faşist işgali kırmak için inat ediyorlardı. Beyazıt Meydanı faşistlerin kontrolü altındaydı. Okuldaki "Merasim Birliği" denen ve milliyetçi polislerden oluşan özel birlik solcu öğrencilere yapmadığı eziyeti bırakmıyordu. Ne okulun içi tekindi ne de dışı. Meydana bakan Küllük kahvesi ve yanındaki birkaç kahve saldırı ve lojistik merkez olarak kullanılırdı. Hemen her gün yeni saldırılar yaşanırdı.

Vakit tamam olunca, toplanma yerine gelen devrimci Edebiyat Fakültesi öğrencileri ile birlikte yola düştük. Etrafı kollayarak arka caddeye çıktık, Aksaray yönüne doğru gidip birkaç blok öteden Kimya Fakültesinin karşısından ana caddeye çıktık. Beyazıt yönünü kollayarak, hızla geçen arabalardan taranmayalım diye trafiği kestik. Karşıya geçtik. Arkadaşlarımızı okullarının kapısına bırakıp, yine topluca yapacakları çıkış saatinde aynı yerde buluşmak üzere uğurladık. Kapıdaki polis noktasını salimen geçene kadar bekledik. Aynı yoldan arkamızı kollayarak ve dolaşarak yurda geri döndük. Okula toplu gidiş en önemli savunma mekanizmalarından birisiydi. Zaten tek tek gitmek mümkün de değildi. Güzergahı da sık sık değiştirir, pusu kurulmasına tedbir almaya çalışırdık.

Polisler o sabah her zamankinden azdı. Sık sık olduğu gibi Küllük kahvesi tarafından slogan atan, silah sıkan, küfür eden, taciz eden olmadı. Tedirgin olduğumuzu anımsıyorum.

Nispeten güvenlikli hattımızdan geçerek yine epeyce dolaşıp Denizli Yurdu'na geldik. Gece "yurt nöbeti" tutmuş olanlar yarım kalmış uykularını almaya odaya çıktılar. Biz girişte "Birinci" sigaralarımızı yakıp demli çaylarla sohbete koyulduk. O günlerde ölüm zaten hep etrafta, yanıbaşımızdaydı. "Mavra" dediğimiz esprili muhabbetlerimizin baş konularından birisiydi "taranmak, bombalanmak, pusu, dayak"... Bir kulağımız okulda, gözümüz Edebiyatlıların çıkışı için sözleştiğimiz saatte, aklımız arkadaşlarımızda.

BOMBA...

Denizli Yurdu
 iki kör sokağın kesiştiği köşedeydi. Çemberlitaş tarafındaki Balıkesir Yurdu, yokuşun altındakiKadırga Yurdu ile oluşturduğu üçgen alan ise bizim için nispeten güvenli bölgeydi. Bir tur attıktan sonra, Denizli Yurdunun önünde yeniden meydana çıkış için beklerken duydum o müthiş patlamayı.Aradaki yüzlerce metre mesafeye rağmen yurt binasının sallandığını anımsıyorum. Bir an bize saldırı duygusuyla sağa sola siper aldık. "Beyazıt Meydanında faşistler bir yeri bombaladı!" diye haykırdı biri. Yurttan dışarı döküldü dinlenen ve yatanlar. Bir sürü kuşun çığlıkla Beyazıt meydanından havalandığını, üstümüzden Kumkapı'ya doğru uçtuğunu ve bir de meydan tarafından, binaların üstünden bir toz bulutunun yükseldiğini gördüğümü hatırlıyorum.

Ben bu sesin ve yarattığı sarsıntının benzerlerini 1 Mayıs 1977'de Taksim'de duymuştum. Mahşeri kalabalığa ateş açıldığında, tesadüfen kurşun değmeden ve ezilmeden, şimdiki Taksim Gezi tarafındaki merdivenlerin olduğu yere kurulmuş miting kürsüsüne doğru geldiğimde, meydana çıkan sokaklarda arka arkaya patlayan bombaların sesi de böyleydi.

Bu sesin az önce gencecik kardeşlerimizi alıp götürdüğünü, nicesinin bedenlerini parçaladığını, onlarcasının vücuduna metal parçaları dolduğunu, bütün bunların ülkeyi 12 Eylül karanlığına doğru götüren kanlı tezgahın yeni bir sayfası olduğunu, o günden sonra daha çok öleceğimizi, ölmeyenlerimizin işkencelerden geçeceğini, zindanlara tıkılacağımızı o anda bilmiyorduk. O gün birlikte olduklarımın isimleri değil ama bembeyaz olmuş yüzleri geliyor aklıma. Çoğu da yok şimdi zaten bu dünyada.

Önce, patlamanın ardından gelecek faşist veya polis baskınına karşı yurdun güvenlik tedbirini hemen alıp, yukarda ne olduğunu anlamak için meydana çıkan yokuşa doğru koşarken, Beyazıt Meydanından yokuş aşağı koşarak inen önce bir grup genç sivil ve arkalarından koşan resmi kıyafetli polislerle karşılaştık. "Bunlar faşistler" diye bağırdığını hatırlıyorum aramızdan birinin.

Polislerin, kaçanları kovalamayı bırakıp (belki onlar da kaçıyordu), hemen bize doğru yönelmeleri üzerine, tekrar yurdun sokağına çekildik. Devrimcilere bir saldırı olduğunu anlamıştık. "Kahrolsun faşistler" diye slogan atmaya başladık. "Beyazıt faşistlere mezar olacak!"...

ÖFKE VE İŞGAL...
Bir süre sonra kanlı meydana çıktık biz de ama patlama yerine yaklaştırmadılar. Üniversite kapısı önündeki alan hala kan ve barut kokuyordu sanki. Herkes başka bir tarafa koşuşturuyordu. Aksaray – Beyazıt tarafındaki arkadaşlar arka yoldan olay yerine gitti. Birkaçımız haberleşmek için yurda döndük.

O günden beri ne zaman Beyazıt meydanına çıksam alırım ben o kokuyu. Mecbur kalmadıkça oradan geçmem. Ya da hızla geçerim bu meydanı.

Katliamı öğrendik. Hukuk öğrencileri toplu okul çıkışında Eczacılık önünde pusuya düşürülüp hem bombalanmış hem taranmıştı. Hatice, Baki, Hamit, Ahmet Turan, Abdullah ve Murat ölmüştü, ağır yaralı Cemil ise hastanede can verdi. 50'ye yakın kişi yaralanmıştı. Hepsini tanıyorduk. Saldırıya uğrayan grup 100 kişiden fazlaydı, çoğu şok geçiriyorlardı. İsimlere ulaşmaya çalıştık. "Kim hangi hastanede? Kan lazım mı?"İlk gelen bilgilerden olayın ağırlığını tam olarak anlamamıştık. Defalarca yaptığımız üzere, gazete bürolarına, hastanelere görevliler yolladık. Tüm yurtlarda ve toplandığımız kahvelerde, derneklerde tedbiri artırdık. Katliama tepki olarak Merkez Bina işgal edilecek, gece boyunca okulda kalınacaktı. En yakın noktada hazır grup olarak, birkaç Dev-Genç yöneticisi ve Merkez Binayı iyi bilen arkadaşla birlikte, gerekli malzemeyi de yanımıza alıp akşamüzeri arka kapıdan Merkez binaya girdik.

Ön ve arka demir kapılarda kontrolü alıp kapıları kapattık. Polisleri ve görevlileri çıkardık. Polis ve asker meydanda tertibat aldı. Yarım saat geçmeden akın akın İstanbul'un dört bir yanından liseli, üniversiteli devrimci öğrencilerMerkez Bina'ya gelmeye başladı. Hava karardığında yıldızlar altında tamamen doluydu bahçe. Komiteler kuruldu. İstanbul'daki tüm okullarda "boykot" kararı alındı. Saldırıda öldüğü kesinleşen arkadaşlarımızın isimleri geldikçe adıyla başlayan sloganlar çınlatıyordu bütün sınıfları ve koridorları: "Devrimciler ölmez!", "Faşist katillerden hesap soracağız!"

O gece forumlar, marşlar ve sloganlarla anfilerde sabahladık. Ertesi günü yapılacak cenaze töreninin hazırlıkları tamamlandı. Gece yarısına kadar ve gün doğumundan itibaren de gelen gruplar oldu. 17 Mart 1978 Cuma günü öğlene doğru İstanbul Üniversitesinin tarihi kapısından o gece hazırladığımız ve saldırıda ölen arkadaşlarımızın isimleri ve resimlerini taşıyan pankartlarla çıktık ve yaklaşık 40 bin kişilik bir kortejle Çemberlitaş yönüne doğru yürüdük. Sultanahmet'ten aşağı kıvrılıp, Morg binasının olduğu Gülhaneye, ve oradan da Sirkeci'ye doğru yürüdük. Güneşli bir gündü. Bütün yollar kesilmiş, trafik tamamen durmuş, şehir çok sessizdi. Çınlıyordu sesimiz: "Faşizm döktüğü kanda boğulacak!"

KATLİAM AYDINLATILAMADI...
Bu katliam da nicesi gibi karanlık kaldı. Yapanlar ve yaptıranlar devletin uzantısıydı, bulunamadılar ve cezalandırılmadılar. Sonradan yeniden görülen 16 Mart davası duruşmalarının bazılarına ben de katıldım. Katliamda yaralanıp sağ kalan arkadaşlarımız, şimdi birer avukat olarak takip ediyordu davayı. Birinde dönemin içişleri bakanını dinledim. "Kurcalamayın fazla, bunu çözemezsiniz" diyordu avukatlara. Her şey devletin kara kaplı defterinde yazılıydı. Eski bakan "o defter kapandı" diyordu bizlere babacan bir ifadeyle.

Nitekim hala da kapalıdır, 16 Mart Katliamı'nın kapkara defteri. O günden sonra her şey daha ağır ve hızlı yaşanmaya başladı. Yüzlerce arkadaşımız daha katledildi. 16 Mart bir dönüm noktası oldu 12 Eylül faşizmine gidilen yolda. Ama ne Hukuk, ne Edebiyat, ne İstanbul, ne de biz faşizmin karanlığına teslim olmadık. Ne o gün ne de bugün...

KEŞKE BURADA OLSALARDI...
Söylenecek daha çok şey var ama o gün Beyazıt Meydanı'nda katledilen gözleri ışıklı çocukların isimlerini tekrar anarak bitirmek istiyorum. Çünkü ellerim ve yüreğim yine buz gibi oldu bütün bunları anımsar ve yazarken...

- Cemil Sönmez

- Murat Kurt

- Hamit Akıl

- Baki Ekiz

- A. Turan Ören

- Hatice Özen

- Abdullah Şimşek


Onlar faşizmin karanlığına teslim olmayı reddetmiş üniversite öğrencileriydi. Onca tehdit ve yıldırmaya, bombalara ve kurşunlara karşın her gün faşist işgal altındaki okullarına omuz omuza ve "Biz sizden değiliz, sizin gibi olmayacağız!" diyerek giden çocuklardı. Yüzleri aydınlığa, umuda, eşit, özgür bir geleceğe dönüktü. Bu yüzden öldürüldüler.

Keşke şimdi burada olsaydılar!


(Bu yazı 16 Mart 2009 tarihinde www.bianet.org ve www.turnusol.biz sitesinde yayınlandı.)


Bombanın patladığı yerde 16 Mart 2008'de yapılan anma...

16 Mart katliamında kaybettiklerimiz...