İTÜ-DER’DEN, DEV-GENÇ’E, ARKADAŞIM TİMUR SEMERCİ

78 kuşağı devrimci gençlik mücadelesinin önderlerinden, İTÜ-Der ve Marmara Dev-Genç Başkanı Timur Semerci geçtiğimiz Pazar günü yaşamını yitirdi. Ertesi gün Küçükbakkalköy Mezarlığı girişindeki alanda yüzlerce yoldaşı ve arkadaşının katıldığı bir törenle sonsuzluğa uğurladık onu. Annesi ve babasının yanına toprağa verdik.

Ben Diyarbakır Lisesini bitirip 1975-76 ders yılında İTÜ Maçka Maden Fakültesine geldiğimde, Taşkışla İTÜ İnşaat Fakültesi 3. sınıftaydı Timur Semerci. 46 yıllık arkadaşım. Onun peşinden Dev-Genç’li oldum. 16 Mart 1978’de Beyazıt Meydanında, 1976 – 77 – 78 yılları 1 Mayıs’larında yüz binlerle birlikte Taksim’deydik. 12 Eylül yıllarında aynı gün tutuklanıp cezaevine girdik. Sıkıyönetim mahkemesinde aynı davada yargılandık. Yıllar sonra aynı gün tahliye olduk. “Kader arkadaşım” yani…

154 gündür sadece serumla besleniyordu. Damar yolu da artık çalışmayınca, Cumartesi günü son kez hastaneye götürdük onu. Doktoru “Nasılsınız Timur bey?” diye sordu. Güçlükle “İyiyim” dedi. Son sözü iyilik oldu. 21 Kasım 2021 Pazar saat 09.15’te sessiz ve sitemsiz verdi son nefesini.

67 yaşında kaybettiğimiz Timur  Semerci, İstanbul’da üniversitelerden başlayarak 1974 – 80 sürecinde giderek güçlü bir halk hareketine dönüşen anti-faşist mücadele sürecini örgütleyenler gençlik liderleri arasındadır.

KANSER İLE MÜCADELE

8 yıl önce “küçük hücreli” akciğer kanseri teşhisi konuldu Timur’a. “Ameliyat edilemez” denildi. “Hastalık 4. evrede” dedi doktoru daha ilk gün. Eşi Ayşe’nin yanında, yine “kader arkadaşlarımdan” Ahmet Kenger ile biz de oradaydık. Dedim “4’den 1’e doğru mu sıralanıyor, yoksa 1’den 4’e doğru mu doktor bey?” İkincisiymiş. “Mücadele edilecek ama, Timur bey’de azim, bizde etkili ilaçlar var. Hemen başlıyoruz kemoterapiye” dedi doktor. Mücadele bildiğimiz iş. Elbette sonuna kadar gidilecek!

O gün başladı Timur’un kanserle mücadelesi. Periyodik kemoterapi ve radyoterapi seansları ve bazı operasyonlar boyunca hiç yalnız bırakmadık biz de arkadaşımızı. Hastalık yeni bir atak yapınca tekrar başladı mücadele. Hep moralli ve umutluydu Timur. Biz de hep yanında. Başka arkadaşlarımız da yakından takip etti bu süreci. Kemoterapi koltuğunun etrafını sarıyorduk seans boyunca. Öyle ki, “Tedavi başarılı olmazsa - Hiç bir şeyden çekmedi refakatçilerinden çektiği kadar - diye yazdıralım senin mezar taşına” diye takılıyordum ona bazen. Beşiktaş’ta arkadaşımız Hürriyet’in yeri vardı. Güler yüzlü, eli lezzetli arkadaşımızın kafe’sindeydik  her kemoterapi öncesi veya sonrası. Eski dostlar ile bazen de  İTÜ’den arkadaşlarla orada buluştuk.

Hürriyet Kafe, pandemi öncesi kapandı. Timur hastanedeyken Hürriyet meşhur ekşili köftesinden yaptı evde mutfağında. Timur pek bir şey yiyemiyor, damardan besleniyordu. Ama yatakta doğruldu ve belki de iştahla yediği son yemek oldu bu.

İTÜ-DER ve DEV-GENÇ YILLARI

Timur Semerci, 1974 affıyla cezaevinden çıkan İTÜ’lü devrimciler Harun Karadeniz ve Zeki Erginbay’ı dinliyor okuldaki forumlarda ve devrimci olmaya karar veriyor. 1975 yılında çoğaltmak için kendisine verilen ve pelür kağıda daktiloyla yazılmış, 68’in devrimci önderlerinden Mahir Çayan’ın  “Kesintisiz Devrim” broşürünü okuyup “Cepheci” olur. Devrimci olduktan sonra katıldığı ilk büyük eylem, 1 Aralık 1975’te faşistler tarafından öldürülen Galatasaray Mühendislik öğrencileri Cezmi Yılmaz ve Halil Pelitözü’nün İstanbul Üniversite’nde yapılan cenaze törenidir. İTÜ’den büyük bir grupla buraya katılırlar.

Bir yandan gece bölümü öğrencisi olarak okula devam eden Timur Semerci, gündüzleri İstiklal Caddesi üzerindeki PEVA adlı bir piyasa araştırma şirketinde çalışıyor. İş çıkışı Taksim’de Sular İdaresi duvarına dayalı kurulan seyyar  kitap tezgahlardan alınan Marx’ın, Lenin’in Sol Yayınları’ndan çıkan kitaplarını okuyup, sınıf arkadaşları Ahmet Fazıl Ercüment ve Bulgar Hasan ile tartışıyor. Hep beraber tartışa tartışa “İTÜ’lü devrimciler” oluyorlar.

1976’ya doğru işyerinden ayrılan Timur Semerci, okuldaki demokratik üniversite mücadelesine daha aktif olarak katılmaya karar veriyor. Arkadaşlarıyla birlikte mücadeleyi yükseltmek için okulun 1975 yılında kurulmuş olan öğrenci derneği İTÜ-DER’in yönetimine yer almak gerektiğini düşünüyorlar. 1977 Nisan ayında Harbiye’deki Spor Sergi Salonunda yapılan ve binlerce İTÜ öğrencisinin katıldığı kongrede İTÜ-DER yönetimini “Devrimci Gençlik” dergisi taraftarları olarak açık bir farkla kazanıyorlar. O yıllarda İTÜ, Taksim civarındaki 3 ayrı tarihi binadan oluşuyordu. Timur Semerci’nin başkan olduğu İTÜ-DER yönetim kurulunda Taşkışla’dan Serdar Harp, Ali Olgun ve Suavi Ürkmezer, Gümüşsuyu’dan Cengiz Saltoğlu, Mehmet Karakurt, Maçka’dan İsmet Bektaş, Mustafa Ertaş, yine Maçka’daki MMF binasından Mustafa Serçe, Ömer Akif Kopuz ve Selçuk Ilgaz vardır.

İTÜ-DER’in yeri önce Beyoğlu Asmalı Mescit tarafındaydı. Daha sonra Taksim’e yakın, Fransız Kültür’ün arkalarında bir sokaktaydı.

Milliyetçi Cephe hükümetlerinin iş başında olduğu, faşist saldırıların alabildiğine arttığı bir dönemde, neredeyse tüm öğrenci kitlesini kapsayan bir örgütlülüğe ulaştı İTÜ-DER. Binlerce öğrencinin katılımıyla yapılan forumlarda ve tüm grupların katılımıyla yapılan düzenli toplantılarla oluşturulan kararlar hızla hayata geçiriliyordu. Fakülte ve sınıf temsilcilikleri seçimle belirleniyor, demokratik üniversite mücadelesinde önemli adımlar atılıyor, akademik takvim, öğrencilerin de görüşleri dikkate alınarak düzenleniyordu. Taşkışla’daki rektörlükte yapılan İTÜ Senatosu toplantılarına İTÜ-DER başkanı Timur Semerci de katılıyordu. Can güvenliğini sağlamak için okula toplu gidişler organize ediliyor, yemeklerin kaliteli ve daha ucuza çıkması sağlanıyor, sanatsal - kültürel faaliyetler ve İTÜ Spor Kulübü çalışmaları yürütülüyordu. İTÜ öğrencilerine saldırıların yoğunlaştığı, öğretim üyelerine suikastlerin düzenlendiği bir dönemde İTÜ’de sürdürülen mücadelede Timur Semerci ve arkadaşlarının kararlılığı çok etkili olmuştur. Polis destekli birkaç işgal girişimi dışında, bu yıllar boyunca faşistler İTÜ’ye giremediler.

Kasım 1973’te kurulan İYÖKD ve 1976’da kurulan  İYÖD derneklerinin kapatılmasından sonra 1978’de kurulan İstanbul Dev-Genç’in yönetim kurulu üyesidir Timur Semerci. Celalettin Can’ın başkan olduğu bu derneğin diğer yönetim kurulu üyeleri Ayhan Aksoy, Edip Eranıl, İbrahim Kemal Bingöl, Ali Rıza Uca ve Mesut Arıkan’dır.

1 Mayıs 1977’da yayınlanmaya başlayan Devrimci Yol dergisi kısa sürede Türkiye’de en büyük kitleselliğe ulaşan devrimci hareketin de adı oldu. Timur Semerci de Devrimci Yol saflarında sürdürdü mücadelesini. 1978 yılından itibaren, üniversiteleri aşan, yoksul mahallelerde, fabrika ve işyerlerinde örgütlenen devrimciler, ülke çapında faşist saldırılara karşı aktif bir mücadele hattı oluşturmuş, düzene alternatif yeni bir yaşamın nüvelerini yaratmaya başlamıştı.

1978 Mayıs – Haziran aylarında İstanbul’da kurulan yeni gençlik örgütü Marmara Dev-Genç’in başkanı da Timur Semerci oldu. UESYO’dan Samim Erdoğan’ın genel sekreter, Maliye Muhasebe’den Naim Öztürk’ün sayman olduğu yönetimde Kadıköy Mühendislik’ten Ali Pilpil, İTÜ’den Serdar Harp ve Cengiz Saltoğlu ile Orman Fakültesinden Zafer Bilge vardı. Dernek merkezi Aksaray’daydı. Bir süre sonra Marmara Dev-Genç’in şubesi olarak Beşiktaş Dev-Genç kuruldu. Civardaki okullardan 3 kişilik yönetim kurulu vardı. UESYO’dan Fikret Akovalı, Yıldız İDMMA’dan Mehmet Ali Özer ve Yüksek Denizcilik’ten Ahmet Kenger. Derneğin yeri Beşiktaş Meydanına inerken, sağda Barbaros Bulvarı üzerindeki İETT durağının arkasındaydı.

Bütün bu derneklerin yönetim listesinde hiç kadın yok. Oysa aramızda her zaman son derece fedakar ve militan kadın arkadaşlar da vardı. Timur, eski günlerden konuşurken buna hayıflanır ve “Bunun garipliğini niye düşünememişiz o zamanlar? Herhalde arkadaşlarımızı tehlikeye atmamak için, saldırılardan koruma güdüsüyle böyle yapmışız” derdi.

1976 yılı yaz aylarında kurulan Devrimci Gençlik Dernekleri Federasyonu yasal bir bahaneyle devlet tarafından 1978 yılının ilk aylarında kapatılmıştı. Marmara Dev-Genç kurulduktan hemen sonra ülke çapında yeni bir merkezi gençlik örgütlenmesi için çalışmalar başlamıştı.  1978 yılı Haziran ayında Tüm Devrimci Gençlik Dernekleri Federasyonu (DEV-GENÇ) kuruldu. Yasin Ketenoğlu’nun başkan olduğu bu federasyonun yönetiminde Timur Semerci de yer aldı. Kuruluş çalışmaları için Ankara’ya gitti. 31 Aralık 1979’da İskenderun’da öldürülen Ankara Dev-Genç başkanı Necdet Erdoğan Bozkurt ile ODTÜ yurdunda kaldı.

Okullardan, mahallelere, işçi ve memur kesiminden, mimar ve mühendislere İstanbul’da giderek yaygınlaşan Devrimci Yol mücadelesini örgütleyenler arasında yer alan Timur Semerci’nin bu yıllarda yaşanan kayıplardan onu en çok etkileyenlerinden biri okul arkadaşımız, İTÜ Taşkışla’dan Güven Yılmaz’ın ölümüdür. Son derece kararlı ve yetenekli bir devrimci olan Güven Yılmaz, Devrimci Metal-İş sendikasının uzmanı olarak işçi örgütlenmesinde çalışıyordu. Adı gibi etrafına güven duygusu veren bir arkadaştı. 24 Aralık 1978 Maraş katliamı sonrası ilan edilen sivil sıkıyönetim döneminde, 13 Kasım 1979 günü sokakta tartıştığı mavi bereli asker tarafından vurularak öldürülmüştü.

Timur’un hiç unutamadığı bir diğer arkadaşı da 21 Ocak 1979’da trajik bir şekilde yitirdiğimiz Beşiktaş’ın gençlik önderi ve Yıldız İDMMA’nın öğrenci derneği DEMAKD’ın Başkanı Ayhan Aksoy’un ölümüdür. Ayhan aynı zamanda Timur’un İstanbul Dev-Genç yönetiminden arkadaşıdır.

12 EYLÜL VE SONRASI

12 Eylül 1980 askeri darbesine karşı İstanbul’da direnişi örgütlemeye çalışanların arasındaydı Timur. Bir yandan Cunta’nın uygulamalarını teşhir etmek için kampanyalar sürdürülüyor, işkence ve halka karşı şiddet uygulamaları protesto ediliyor, bir yandan operasyonlar sonucu alınan darbelerin etkisi yeni örgütlenme tedbirleriyle giderilmeye çalışılıyordu. Bu faaliyetler sırasında 5 Haziran 1981’de yakalandı. Aynı günlerde Gayrettepe siyasi şubedeydik. 29 Temmuz’da tutuklandık. 1. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı 2 Numaralı Askeri Mahkemesinde görülen Devrimci Yol toplu davasının 6 nolu sanığı olarak yargılandı. Hasdal, Metris, Sağmalcılar Özel Tip cezaevlerinde süren 5 yıllık tutukluluktan sonra, savunma aşamasında 26 Mart 1987 tarihli duruşmada tahliye olduk.

Tutukluluktan sonra ilk kapatıldığımız Hasdal Cezaevinde aynı koğuşta kaldık Timur ile. Büyük bir askeri kışla içindeki asker yatakhanelerini demir kapı, pencere takıp, ranzalarla doldurup koğuş haline getirmişlerdi. Tuvalet ve su ihtiyacı bile keyfi olarak yasaklanıyor ve eziyet aracı olarak kullanılıyordu. 1983 yılı başında Timur’lar Metris’e biz Sultanahmet Cezaevine götürüldük.

Metris cezaevinde askeri dayatmalara karşı mücadele ve 28 günlük açlık grevi sonrasında direnişi örgütlediklerini düşündükleri tutukluları yarı çıplak olarak tecrit hücrelerine atıp sürekli eziyet yapmışlardı. Timur Semerci de tecrite alınanlar arasındaydı. Dava arkadaşımız Yasin Nuri Aydınlı’nın türküleri ve günlerce süren “arkası yarın” hikayeleriyle uzun tecrit gecelerini nasıl şenlendirdiğini anlatırdı bana. 1948 doğumlu, Töb-Der üyesi Yasin hocamızı da 2019 yılında akciğer kanseri sonucu kaybettik.

EVE DÖNÜŞ

Davamız sürerken, savunma aşamasında Mart 1986’da tahliye olup evlerimize döndük ama eziyet bitmemişti. Zorunlu askerlik dayatması çıktı karşımıza. Henüz üniversite öğrencisi olanlar için bile yaş sınırı 29 idi. Timur piyade olarak Amasya’ya yollandı önce. Buranın Nizamiyesinde kendisini karşılayan bizden önce tahliye olup askere alınan arkadaşımız Fikret Akovalı, hemen onu güvenceye almış. Fikret: “Bir girerken bir de çıkarken görüldü Timur birlik alanında” diye anlatır o günleri. Ağrı Patnos’a sevk oldu sonra. Orada da birlik içinde bir binanın inşaatını yaptırmışlar Timur’a. İş gayet başarıyla tamamlanınca, Timur okula dönüp mühendis olmaya da karar veriyor oradayken.

Çıkarılan öğrenci affından yararlanıp okula dönen Timur Semerci, 1990 yaz döneminde İnşaat Mühendisi olarak İTÜ’den mezun oldu. Okul arkadaşı Zeki Karadeniz ile 1993’te kurduğu statik proje mühendisliği bürosunda çalışırken bir yandan TMMOB içinde toplumcu mühendislik mücadelesini sürdürdü. İnşaat Mühendisleri Odası (İMO) Genel Kurul delegesi oldu. 2000 yılında 37. Dönem İMO İstanbul Şube yönetim kurulunda görev üstlendi.

Timur Semerci, 1993 yılında kurulan Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat İçin Vakıf (TAKSAV) Kadıköy Şubesinin çalışmalarına katkıda bulundu. 21 Ocak 1996’da kurulan Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) Kadıköy ilçesine üye oldu. Düzenli olarak aidatını ödüyordu ama parti çalışmalarına katılamadı. Son yıllarda yayınlanan “Yol” dergisinin okuruydu. Köyden arar “Benim derginin yeni sayısı çıkmış, alıp bana sakla” diye tembih ederdi…

KARABAL AŞİRETİNDEN HIDIR KOÇ’UN TORUNU

12 Temmuz 1954’te Erzurum’da doğan Timur Semerci’nin Babası Ahmet amca, annesi Ayhan hanım’dır. 12 Eylül annelerinden olan Ayhan hanım, annem Adalet Aydın’ın da arkadaşıydı. 1990’da vefat etti. Teknisyen Astsubay emeklisi olan Ahmet amca 13 Mart 2016’da vefat etti.  Çocuklarını okutabilmek için emeklilikten sonra İstanbul ve Libya’da çalışmaya devam eden Ahmet Semerci, geçirdiği zor hayata rağmen hep güler yüzlü bir babaydı. Ayhan hanım Çerkez göçmeni Erzurumlu bir ailenin kızı. Ahmet bey Afyonlu bir ailenin oğlu.



Ahmet Semerci, aslında Dersim Hozat’ın Türktanır köyünden, Zaza Karabal Aşiretinin büyüğü Hıdır Koç’un oğlu olduğunu, 3 yaşındayken ailesinin Dersim katliamında yok edildiğini, kendisiyle birlikte sağ kalan abisinin çıkıp gelmesiyle 15 yaşındayken öğreniyor. Ahmet amcanın dramatik öyküsünü oğlu gazeteci Yavuz Semerci 2009’da yazmıştı. (
https://m.bianet.org/biamag/toplum/118451-size-bir-dersim-hikayesi-anlatayim )

4 erkek kardeşin en büyüğüdür  Timur. Kardeşleri Tamer ve Yavuz da Dev-Genç’liydi. Küçük kardeş Levent Semerci başarılı bir film yönetmeni oldu. 12 Eylül 1980 darbesi sırasında çocuk yaştaydı. Senaryosunu yazıp, 2011’de çektiği “Ayhan Hanım” filmi, kendi tanıklığı yanında sembolik ögeler de kullanarak 12 Eylül 1980’i en iyi anlatan filmlerdendir. (https://www.youtube.com/watch?v=_EcYBL2fOZs )

Abisine çok düşkün olan Levent, yaşamını sürdürdüğü Almanya’dan koşup geldi hastaneye. “O benim sadece abim değil, babam gibidir” diyordu. Başucunda beklerken Chopin melodileri ve Sezen Aksu şarkıları dinletti Timur’a.

ANKARA, MUŞ, İSTANBUL ve KAPTAN ARİF

İlkokul, ortaokul ve lise birinci sınıfı Mamak, Yenimahalle, İsmetpaşa gibi Ankara’nın farklı semtlerinde okuyan Timur Semerci, babasının tayiniyle gittikleri Muş’ta liseyi bitiriyor. Lise takımında ve Muş Spor’da futbol oynuyor. İyi santrfor. Kafa golleri etkili. Muş Spor Voleybol takımıyla Türkiye Şampiyonasına katılıyor. 1973-74 öğretim yılında İTÜ İnşaat Fakültesine kaydını yaptırıyor. Ahmet amca emekli oluyor ve Semerci ailesi de  İstanbul’a taşınıyor. Suadiye Kaptan Arif’te evleri. Mahalle arkadaşları Timur’u çok seviyor. Bu arkadaşlar arasında Erenköy Kız lisesinde okuyan Ayşe Saydı da var. Rize Pazar’lı Laz baba ve Yunanistan göçmeni öğretmen annenin kızı. Ayşe’ye “Edebiyat” çalıştırıyor Timur. Sevgili oluyorlar.

O gün bugün hiç eksilmedi Ayşe’nin Timur’a sonsuz bağlılığı. Zor günleri birlikte omuzladılar. Ayşe Fikirtepe Eğitim Enstitüsüne giriyor. Bir yandan çalışıyor. Hep çalıştı Ayşe. Timur’un tedavi sürecinde koşullar nedeniyle IBM’den emekli olduğunda 40 yılı bulmuştu emekçiliği.

Ben Ayşe’yi telaşlı bir koşturmayla İstiklal Caddesinin arka sokaklarındaki İTÜ-DER’e gelişinden anımsıyorum. Okulda bir hadise olmuştur mutlaka. Çiçekli elbisesi ve çift örgülü saçı vardı. Girer girmez “Timur nerede?” diye sorardı. Ayşe, Timur’un 8 yıllık tedavi sürecinde de hiç ayrılmadı yanından. Timur o süreçte nice zorlukları aştıysa, en büyük pay Ayşe’nindir. Ayşe, Timur’un ömrünü uzattı.

12 Şubat 1979’da evlendiler. Darbeden bir ay sonra, 26 Ekim 1980’de kızları Burçak doğdu. Çok zor günlerdi zaten, Timur ve Ayşe için daha da zor. Evden eve geçilen günler, Ayşe’nin kucağında bir bebek. Bir gün polisler Timur’u aramaya baba evine gelmişler. Ayhan hanım bebek Burçak’ı yorgan denklerinin arasına saklamış, görmesinler, ne olur ne olmaz diye…

UMUTLA DİRENİŞ

Timur Semerci dirayetle sürdürdü zorlu tedavi süreçlerini. Öyle ki “Literatüre girdin sen” dedi bir görüşmede doktoru. Bu zorlu tedaviyi bunca yıl sürdürebilen yokmuş. Bir yandan Küçükkuyu’da Kaz Dağlarına sırtını yaslamış Çetmibaşı köyünün yukarısındaki Pan sitesinde ulu çınar ağaçlarının gölgesinde evini, bahçesini yaptı. Belki kemoterapi seanslarından daha etkili olmuştur doğayla barışık yaşamı. Orası taşlık bir yamaçtı. Ayşe ile birlikte büyük emek harcayıp sevgiyle güzelleştirdiler orayı. Sevdikleriyle orada buluştular. Hatta geçtiğimiz aylarda, hastalık artık Timur’un ayakta durmasına bile izin vermezken, projesini çizip bir tadilat yaptırdı evinde. “Geldiğinizde daha rahat kalabilirsiniz artık” diyordu.

Kızı Burçak, Paul ile evlendi. Torunu Ela Amerika’da Şikago’da doğdu. 4 Temmuz’da 7 yaşına girdi. Ela’nın doğumu ve umutla büyümesi büyük mutluluk verdi Timur ve Ayşe’ye. Ela geldiğinde oynasın diye ona köyde masallardaki gibi bir ağaç ev yaptı Timur. Yaptığı her iş gibi, çok güzel oldu Ela’nın evi. Gücü azalmıştı, Fikret ile boyamaya yardıma gittik Timur’a.

Timur ve Ayşe, kemoterapiye ara verildiğinde Ela’yı görmeye tekrar Şikago’ya gidecekti. 2 Temmuz 2016 akşamı okul arkadaşımız Sermet Parkın’ın Galatasaray’da işlettiği lokantada İTÜ-DER ve Marmara Dev-Genç yönetiminden arkadaşlarıyla buluştuk. Farklı şehirlerden o akşam için gelen arkadaşlarımız vardı. Timur’u sardık, sarmaladık. Gözlerinin içi parlıyor o fotoğraflarda.

Bütün bu yıllar boyunca, çok güldük, çok konuştuk. Her buluştuğumuzda kaldığımız yerden devam ettik söze. Okuduklarımızı paylaştık. Son yıllarda İletişim’den, Ayrıntı’dan, Nota Bene’den, Su Yayınlarından, Dipnot’tan çıkan, devrimcilerin anı kitaplarının hepsini okudu Timur. Dostluk Yardımlaşma Vakfı desteğiyle yapılan sözlü tarih çalışması kapsamında Cahit Akçam ile yayınlanmamış bir söyleşisi oldu. Benim burada yazdıklarım bütün bunların küçük bir parçasıdır.

Geçen ay bir gün yine yatakta ama sohbet edebilirken, “Eleman yaşadıklarımızı yazacağım ben de artık. Torunuma mektuplar şeklinde yazmak istiyorum ama” demişti, çok sevinmiştim. Ama zamanı yetmedi buna. Biraz da o yüzden Timur Semerci’nin öyküsünün bir özetini yazmak istedim.

SESSİZ, SİTEMSİZ…

Timur ve Ayşe en son 16 Mayıs’ta kemoterapi için geldiler İstanbul’a. Hastalık omurilik ve beyin zarına ilerlemişti. Başında bir giriş açtılar en son beynine ilaç vermek için. Sıkıntısı çoktu ama gülerek karşıladı bunu da: “Kafama anten taktırdım eleman, artık yabancı yayınları da çekebileceğim” dedi bana.

Sıkı Beşiktaşlıydı Timur. Çarşı Grubunun da sempatizanı… Bütün maçları TV’den izlerdi mutlaka. Yeni stada gidemedik bir türlü onunla. Taraftar kartımızı da birlikte almıştık oysa. Beşiktaş’ın çifte şampiyonluğu son neşesi oldu. Beşiktaş’ta oturan arkadaşları arayıp “Bakın oralara, etrafta başka kupa kaldıysa onu da alalım” demişti. Evden hastaneye gelirken Beşiktaş forması da yanındaydı. Giymeye hali olmadı ama…

Günlerdir bahçesindeki çiçekler ve meyve ağaçları, komşusu ulu çınarlar ve gözünü Timur’dan ayırmayan köpeği Anja onu bekliyordu. Komşularından Leman Açan ve Osman Sultuybek bahçesinden fotoğraflar çekip, doğadaki umut güç versin diye yolladı. En son o çiçeklere sevinçli baktı Timur hasta yatağında.

Yatağa düştüğünde, kedisi ayak ucundan hiç ayrılmıyordu. Hayvanları da çok severdi Timur. Karşılıksız sevgilerin insanıydı. İyi insandı. Bunu en iyi hayvanlar anlar…

Yiyemeyip, ilaçlarını ve su dahi içemeyince 21 Haziran Pazartesi günü evden hastaneye Timur’u götürdüğümüzde, koşup ilk gelen yine eski arkadaşları oldu. Onları gördüğünde gözlerinde yine o ışık parlaması oldu. İlk günler konuşabiliyordu onlarla. Umudu değil belki ama gücü tükendi sonra. Ağrılarını kesmek için verilen ilaçların etkisiyle, suskun ve takatsiz günleri oldu. Kardeşleri geldiğinde yeniden açıldı gözleri. Ela’nın doğum gününde (4 Temmuz) yine daha iyi oldu.

Son 3 yıldır Timur’larla aynı apartmanda, karşılıklı dairelerde evlerimiz. İyi ki öyle yapmışız. Tedaviye köyünden geldiğinde birlikteydik hep. Sesi kulağımda hala: “Bülent Aydın, çayı koy geliyorum!” Yürüme güçlüğü çekiyordu. 3 adım atıp bize bile gelemiyordu ama o kapının ardında olduğunu bilmek yetiyordu. Şimdi orada değil ama kalbimizdedir daima yeri.

Bir şiir yazmıştım ilk günlerden birinde hastane dönüşü. Ayşe onu okumuş Timur’a. Bir de video çekip yolladı bana. Son görüntüsü odur bende arkadaşımın. Timur yatakta doğrulmuş, “Şiir için teşekkürler kardeş, güzel bir şiir olmuş. Her zamanki gibi iltifatlarla dolu…” diyor. Kulağımda saklıyorum sözlerini arkadaşımın. Çok özleyeceğim ben taa 1975’lerden yankılanan o sesi. Keşke şimdi burada olsaydı.

Timur sonsuzluğa gittiğinde onu almaya giderken yazdığım şiirle bitirmek istiyorum. Belki biraz daha hüzünlüyüz fakat ne Timur Semerci’nin öyküsü ne de bizim kuşağın umudu bitmedi burada.

 

TİMUR’A VEDA…

 

Yüzünde gölgelenirken gençliğim

‘Bırakma ne olur elimizi’ demiştim

Gün güne azalan gözlerini açarak

‘Ölmek bu kadar mı zormuş’ dedin

 

Bir direnişti yaşam onu elbet bilirim

Ölümü uzatmayı böyle bilmezdim

Her gün kurulan bir darağacı gibi

Gölgesinde yeni doğan günü bekledin

 

Sessiz sitemsiz gitmek böyle midir?

Ardında bıraktığın boşluğu azaltarak

Acılara dayanıp bizi alıştırarak

Damla damla yüreğimize veda ettin

 

Ben anlatırdım sen gülerdin

Sen kızardın ben çay koyardım

Çınarların gölgesine sığındığımız

O bahçede asılı kaldı artık neşemiz

 

Canının yarısıydın sen Ayşe’nin

Canımızın yarısını verebilseydik

Ne kaldı ki şurada biz de bilseydik

Yine öyle yan yana gidebilseydik


Bülent Aydın

27 Kasım 2021'de Bianet sitesinde yayınlandı.

https://bianet.org/biamag/other/253969-arkadasim-timur-semerci

Kardeşe Mektup

 KARDEŞ


İşte böyle bir yaz sabahıydı
bizim deniz kıyısında
Annemin kucağında
müjde saçlı bebektin
sakallarındaki aklar kadar
yıllar geçmiş kardeşim

Birlikte keşfederken biz
taşı, toprağı, suyu
Abi oldum seni sakınmayı
önden gitmeyi öğrendim
Yüreğimde sakladım
bana kattığın sevgiyi

İyi ki doğdun hayatıma
çoğalttın sen hep beni
çocukların güldürsün
gelecek güzel günlerini
avucundadır bak hala
çocukluğumuzun izi 

2 Ağustos 2013



TÜRKİYE'NİN TEK ADALET'İYDİ...

ADALET AĞAOĞLU DA YOK ARTIK!

14 Temmuz 2020 günü İstanbul'da yaşama gözlerini yuman Adalet Ağaoğlu, nesli giderek tükenen onurlu büyüklerimizden biriydi. Adalet hanım, bizim görüp yaşadığımız acıların ve karanlıkların çok daha beterinin tanığı olmaya ömrü yetmiş kuşaktandı. Hep okumuş unutulmaz romanlar, öyküler, yasaklanan oyunlar yazmış, etrafına iyilik saçmış. Ama biz onu sadece kitaplarından değil zor zamanlarda yanımızda görmekten dolayı çok sevdik.

Annemin adı da Adalet. Annemden 5 yaş büyüktü Adalet Ağaoğlu (23 Ekim 1929). Ben onu annelerimizin 12 Eylül günlerinde bizi öldürmesinler, daha fazla işkence etmesinler diye zulüm kapılarında tuttuğu nöbetin devamcısı gibi görürdüm.

Yeni bir yol açmak için, itirazı büyütmek için, kötülüğe dur demek için, Hrant için, hep yanımızdaydı. Barış için, adalet için, dayanışma için yapılan çağrıların, imza kampanyalarının genellikle ilk ismiydi onunki. Bazen bastonuyla, bazen gençlerin koluna tutunarak, olmazsa tekerlekli sandalyesiyle ama olması gereken yere mutlaka gelen Adalet hanım. Sakin ama heyecanlı ılık sesiyle ne güzel konuşurdu toplantılarda. Sevecen gülümsemesi ise hep yüzünde...
Bu ülkede bir adalet varsa o da Adalet Ağaoğlu idi. Şimdi o da yok. Daha zor geçecek zaman orası belli. Durup yorulunca sesi gelecek kulaklarımıza belki:
“Haydi çocuklar iyilikler, güzellikler var görecek. Bu ülkenin güzel geleceğine inanın. Ben yılmadım siz de yılmayın, yorulmayın. Sendelerseniz siz de benim gibi yanınızdakine tutunun...”
Adalet Ağaoğlu'nun kitaplarını elbette açar tekrar okuruz, söyleşilerini dinleriz yeniden. Fakat yanı başımızda bıraktığı o zarif ve inatçı boşluğu doldurabilir miyiz?

Bülent Aydın 15 Temmuz 2020


Adalet Nöbeti Beşiktaş, 2012 (Fotoğraf: Ahmet Kuzik)

***

HRANT'A MEKTUP
Canım kardeşim Hrant Dink!...
Sana seslenmek, seninle konuşmak ihtiyacım büyüdükçe büyümekte.
Ensenden vurularak arkadan haince katledildiğin günden bu yana aylar geçti. Bulunan, bilinen, sen başta hepimizin de buranın yurttaşları olma kabilinden yaşanmışlık bilgileriyle bildiğimiz zavallı canilerin eline silah verenler fermanı oradan oraya, ondan buna, düzünden derine uzadıkça uzadı. Senden önceki aydınlarımızı da vurup geçen katillerin bilinmez bulunmazlığı yıllardır sürüp giderken, senin "and vurgunu" canavarların "bilinirlikleri", çektikçe çekilen bir hale büründü; neredeyse ortalıkta kala kala asıl hainlerin vatansevicileri kalacak.
Biricik aydınlık, insan haklarının ayrımsız savunu ve sevgileriyle dolu kardeşim: bu oyunlar böyle böyle sürdükçe bana yeniden yeniden vuruluyormuşsun gibi geliyor. Oysa görüldü ki ölmedin, eskisinden daha diri, dirimlisin. Katil babaları, insanlık hainleri seni vurup durmaktan yorulacaklar, ama sen pırıl pırıl yaşamaktan yorulmayacaksın. Kafalarında, gönüllerinde yaşayıp gittiğin bilinmesi güç sayıdaki kardeşlerin olduğu için.
Çalışma odamda aile yakınlarımın arasında senin katlinden sonra basında boy boy yer alan fotoğraflarından ikisi var. En büyüğü şu duvarda, daha küçüğü bu duvarda. İkisi birbirine sevgililerin, sevgili Rakel Dink'in cenazene doğru Agos penceresinden okuyarak sana, bana, hepimize, herkese gönderdiği mektubu ile bağlı. Birinden ötekine geçiş, sevgilinin asil sesi. Seni "öteyana" uğurlamak sanki seni candan sevenlerin kendilerini onaması demeye gelmiştir.
"Vatan hainliği" ölçülerini değiştiren değiştirene; kaybın seni sen kadar çoğalttı.
Evinize gittim, Rakel'le, kızların, torunun ve kardeşinle buluştum. Başsağlığına gelmiş birçok yas giyimli kadınlar, onlara incelikle sunulup duran çaylar. İşindesin, direniyorsun.
Rakel'in soylu duruşu. Onun bu son kerte doğal soyluluğu... Başta sana "sevgilim" diye başlayan mektubu; her zaman, her yerde öyle. Bazen duramıyor; duvara yapıştırdığın bu büyük eseri, millete seslenen mektubunu okuyorum. Hani Agos'un bulunduğu binanın önünde ifade özgürlüğü çağrımız için toplanmıştık, hani sanki durup dururken birbirimize sarılıyorduk ya? Hani sanki bu mektup kulağımıza ta o zamanlardan beri fısıldanmaktaydı zehabına kapılıyorum.
Rakel'in sesi sanki:
"(...) Kardeşlerim, Onun doğruluğa olan sevgisi, dostuna olan sevgisi Onu buraya getirdi. Korkuya meydan okuyan sevgisi onu büyüttü. Diyorlar ki: O büyük bir adamdı. Size sorarım: O büyük mü doğdu? Hayır! O da bizim gibi doğdu. O gökten değildi, o da topraktandı. Bizim gibi çürüyen bir beden. Fakat yaşayan ruhu, yaptığı iş, kullandığı üslup, gözlerindeki, yüreğindeki sevgi onu büyük yaptı. Evet, O büyük oldu. Çünkü büyük düşündü. Onun için dokunulmazlar, tabular yoktu. O bugün Türkiye'de milat yaptı. Sessizce büyük konuşan sizler de mührü oldunuz." (...)
Sevgili kardeşim Hrant, Rakel "bebekleri katil yapan" şeyleri öyle içlere, kafalara işleyesiye söyledi ki... Ahh, bir bilsen! Dokunulmazlara dokunulur oldu, tabulara boyun eğenler küçüldükçe küçüldü. Biliyor musun? Yeni seçimler oldu. Şaşırmazsın ama, yine de şaşırma: Muhtıralara dokunulur oldu. Senin senliğine, açıklığına ayar, "ezber bozuculuğu" sesine ses olanımız var. İyi misin?
Adalet Ağaoğlu
(Hrant'a... "Ali topu Agop'a at", Kırmızı Yayınları, Eylül 2007)


+++

Adalet Ağaoğlu, sağlığının bozulduğu son yıllarında da  Hrant Dink için konuşmaktan ve yazmaktan hiç vazgeçmemişti. 19 Ocak 2019’da Hrant Dink’in 12. ölüm yıldönümünde Agos’a şu satırları göndermişti: 

Çok çok sevgili Hrant Dink ailesi, Agos gazetesi..
Hrant Dink kardeşim, seni bir an bile unutmuyorum. Ben seni sağlığında barış toplantılarında bizlerin yanında oluşunla hatırlıyorum. Bakış açın,  şiddete karşı ve barışa yandaş oluşun, bu konu üstüne konuşmaların mükemmeldi. Hiç aklımdan çıkmıyor. O kadar güzel anlatıyordun ki, inan bana seni her zaman hayranlıkla kucaklamak istedim.
Yazık, yazık, yazık. Seni bizim aramızdan şiddet uzaklaştırdı. Şiddete zaten karşıydım, seni şiddet yoluyla kaybettikten sonra bu inancıma dört elle daha fazla sarıldım. 
Hrantçığım, bir gün seni mahkemeye vereceklerini işittiğim zaman Agos önünde toplandığımızda hemen yanıbaşında duruyordum. “Ben seni kimselere vermeem” diye bağırmıştım. Sadece elbirliğiyle hapse girmene engel olmaya çalışıyorduk. Ne yazık ki şiddete kurban gittin. Seni çok özlüyorum Hrant Dink. 
Ah, Hrant Dink’im benim. Eşim ve ben senin anın ve büyüklüğün önünde saygıyla eğiliyoruz. Ben de Temmuz ayında sana büyük hayranlık besleyen eşimi kaybetmiş bulunuyorum. Böylece gittikçe eksildim, ama dayanıyorum. İkinizin anısına karşı yapabileceğim en iyi şey düşüncelerimden vazgeçmeden bildiğim yolda gitmekten ibaret.
Adalet Ağaoğlu

+++

Hrant Dink Cinayeti dava sürecini en başından beri takip eden Hrant’ın Arkadaşları inisiyatifinin Adalet Ağaoğlu’nun hayatını kaybetmesinin ardından yaptığı açıklama:

“Türkçe'nin en önemli yazarlarından Adalet Ağaoğlu'nu kaybetmenin üzüntüsünü yaşıyoruz. Cumhuriyet tarihinin en uzun süreli tanıklarından biri olarak her dönemde ifade özgürlüğünü ve insan haklarını korkusuzca savunmaktan asla vazgeçmeyen; Hrant Dink'e karşı girişilen planlı saldırıların en başından itibaren onun yanında olan, katledilişi sonrasında dava sürecini yakından takip eden 'Hrant'ın Arkadaşları'ndan Adalet Ağaoğlu'nun anısı önünde saygıyla eğiliyoruz..”
Hrant'ın Arkadaşları
14 Temmuz 2020

+++

Adalet Ağaoğlu, 19 Ocak 2012'de Agos'un önünde yapılan Hrant Dink anmasını ve Taksim'den Agos'a yürüyüşü değerlendiriyor:

+++
Adalet Ağaoğlu, Hrant Dink'in öldürülüşünün beşinci yılında Agos gazetesinin önünde vurulup düştüğü yere, tek tek öptüğü karanfilleri bırakıyor.

Adalet nöbetinde... Beşiktaş, 2012




UNUTMAK, ASLA!

Desen: Cemil Cahit Yavuz


CEVAP

           -Kadınlar koğuşuna-

“Sevdik şiirinizi
neden biz de böyle güzel anlatamıyoruz
dostlara sevgimizi?”

Yüzümüze vuran elinizin sıcaklığıdır
ve yürek vuruşunuz değilse bu her nokta
nedir?
Şiir damıtılmış yaşam olmalı
ben’de biz
dostlara mektup işte böyle olmalı
güzel gözlü can kardeşlerimiz.

Su aktı
birkaç damla berrak su
bildiğiniz kanmamış gönüllerimize
hele gözlerinize
hele sözlerinize
hele omuz başlarımız
merhaba yine!

“Alın yanınıza bir yerlere koyun bizi
sarılmak isterdik sımsıkı
sımsıkı ince ve dik boyunlarınıza!”

Şunu görüyor musunuz?
Şu avucumda sımsıkı
sevgilimden gelmiş mendil gibi tuttuğum
şu oyalı selam
acıyan kemiklerime merhem
ciğer sızıma ilaç
şu oyalı selam
burma saçlılarımız
elleriniz de burada zaten
ellerimiz üstünde
bir yiğit barikat
güneş altında en güzel duvar
biz ve ellerimiz…

“Merak ediyoruz haber gelmezse
biliyoruz bazen zordur yaşamak
yoğun yaşanıyorsa yazılamaz!”

Ya kardeş, bazen zor yazmak
ama sadece kağıda
yoksa bir bitmez destan var
hep yazıldı, yazılacak
kağıdı yok bunun
mürekkebi damarlarımızda dolaşır
her cümlesi bir sevda
her noktası bir ölüm
birlikte yazılandır
bulutta, çiçekte, kuş kanadında
ve her damla göz yaşında
şen kahkahalarımızda
okuyun can dostlar
bizim size okuduğumuz gibi…

“Tek istediğimiz
sizden uzak dostlarınızın varlığını
unutmamanız!”

Özlemlerle güçlüyüz biz
ağaçsız dağlar gibiyiz
en yalnız gecelerde
iğne atsan yere düşmez yüreğimiz
yüz davullu orkestradır göğsümüzde
kalbimiz…

Unutmak?
Nasıl unutmak kardeş
zeytin gözlü karanlık
kapkara gözleriyle her şeye tanık
acılardan süzülmüş bir gelincik ormanıyız
tek bir dalı unutmadık
gelmeyin üstümüze ne olur
bize yasak ağlamak!

“Birimiz resim çiziyor
her göze bir başka öz yansıtan
onu da yolluyoruz!”

Bir tablo yapmaktayız
bir ömür boyu
son sözümüz de imzamız olacak
en büyük resmi budur insanın
onur renkli olmalı
biz elimize kalem aldık mı
biz elimize fırça aldık mı
türkü saldık mı sonsuzluklara
o tablodan bir kesit
o renklerden yansı olmalı
eline sağlık kardeşim
serbestçe boya
şekli yüreğin vermeli
bir günün boş geçmesin
çok beğendik bilesin.

“Kazak yollamıştık aldınız mı?
Hiç övgü gelmedi de…”

Ancak ses gelebiliyor
ancak söz
biraz üşüdük son kışta
belli
bir eksiklik vardı
ama söz
eğer bir gün bana gelirse
her gün bir başka dosta giydireceğim
her birinden bir gülücük
bir ‘sağ olsunlar’ her birinden
her ilmeğe bir ‘oh be’ alacağım
size yollayacağım.

Övgüye gelince
dikişten anlamam ama
dostluktan anlarım
eminim çok güzeldi
mutlaka güzeldi
kesinlikle…

“Özlemle öpüyoruz!”

Bir ezgi dolaşıyor ülkemin üzerinde
zor geçitlerden, dar geçitlerden geçiyor
üzerinizden, üzerimizden geçiyor
gözleri ışıklı gül yüzlü çocukların saçlarına değiyor
göğsünde karanfil açmış solgun alınları öpüyor
düşlerimde tebessüm
gecelerimde bir garip ışık
kaşık kaşık içtiğimiz tat
bak
ne çok söz var yazılacak
ama böyle olmayacak
şimdi olmayacak
haydi burma saçlı dostlar
biz de
özlemle…

Bülent Aydın
Sağmalcılar Özel Tip Cezaevi 1985

(Dostlarım, Bülent Aydın, Şubat 1986)


Bartın Cezaevi Kadınlar Koğuşu (Haziran 1983)



GÜRGEN AĞACI GİBİYDİ...

Arkadaşımı kaybettim


Yaklaşık 1 ay önce zatürre teşhisiyle hastaneye kaldırılmış tedavi görmüş. Kalp krizi neticesi 2 gün önce tekrar kaldırıldığı hastanede vefat etmiş. Cenazesini memleketi Sivas Zara’ya götürmek üzere hazırlık yaptı ailesi fakat mevcut Korona virüsü salgını ve karantina önlemleri nedeniyle bu mümkün olmadı ve İstanbul Gazi Mahallesi, Cebeci Mezarlığında dün toprağa verildi.

1956 doğumlu Hüseyin Gürgen, İstanbul Sur İçi Küçük Ayasofya - Kadırga bölgesinin emekçi devrimcilerindendi. Kısa boylu ama sağlam yapılı, bıyıkları pala, yüzü hep güleç ve yüreği geniş. 12 Eylül askeri darbesi sonrası yapılan operasyonlarda 1981 yazında mahallesinde gözaltına alındı. 2 aya yakın Gayrettepe’deki siyasi şubede işkence gördü ve sorgulandı. Tutuklandı ve İstanbul Devrimci Yol Toplu davasında 23 nolu sanık olarak yargılandı. Yıllarca tutuklu olarak Sultanahmet ve Sağmalcılar askeri cezaevinde kaldı. Siyasi tutuklulara yönelik yaptırımlara karşı direnişlerde yer aldı.

Tahliye olduktan sonra Aksaray’da bir lokantada çalıştı. O zamanlar Aksaray bugünkü Taksim gibi. Herkesin yolu geçer. Hüseyin her arkadaşını kolundan tutup içeri çeker, karnını doyururdu. Parası olmayanın cebine harçlık koyardı. O günler dayanışma zamanıydı. Sonra Eminönü Belediyesinde işçilik yaptı ve belediye işçileri sendikası Genel İş’te çalıştı. İşyeri temsilciliği yaptı. Geçtiğimiz yıllarda emekli oldu.

Sivas Zara Büyükköylüydü Hüseyin. Babası Haydar amca bir Zaza büyüğü. Bütün ailenin reisi. Ben de oturmuştum 2 katlı eski ahşap evde sofralarına. O günlerde eve yolu düşen herkes adeta akraba. Eşi Cennet ile iki güzel oğul büyüttü en zor günlerde Hüseyin. Biri Taylan, biri Deniz. Torun da gördü sonra.

Diğerkam bir arkadaşımızdı Hüseyin Gürgen. Kendinden önce hep başkasını düşünürdü. Açlık grevinde hasta olanın, cezaevinden siyasi şubeye işkenceye götürülüp halsiz gelenin çamaşırlarını yıkar. Yemeğin iyi tarafını arkadaşına verir. Havalandırmada voltasını bırakır, kendi sırası değilken bulaşık nöbetçisine yardım eder. Operasyonlarda güçsüz olanın yerine dayak yer gerekirse. Herkes ona abi der, o hepsini kardeşi gibi sever.

12 Eylül'den sonra siyasi tutuklular için yapılan Sağmalcılar hücre tipi cezaevinde bizim hücreden tahliye olduğunda tek tip elbiseye karşı direniş ve her şeyin yasak olduğu günlerdi. Hücrelerde eşofman - terlik ile kalınıyor, tahliye olan tutuklulara depodan ayakkabı ve elbisesi veriliyordu giderken. Hüseyin “ben nasıl olsa kendi ayakkabımın yenisini bulur alırım Bülent bulamaz bu numara ayakkabı, diye kendine 6-7 numara büyük olan benim ayakkabılarımı ayağına geçirip çıkmış ve bizim eve götürmüştü. Sonra neredeyse her gün anne ve babamı arayıp, uğrayıp bizden havadis verip oyalamıştı onları. Hiç adeti olmadığı halde mektuplar yazdı dışardan bize. O zamanlar hepimiz geniş bir aile gibiydik. Adalet hanım ve Orhan Aydın’ın yerine de sevgiyle selamlıyorum hatırşinas arkadaşımın anısını.

Hüseyin ile aşağıdaki fotoğrafımız da o günlerde bir açlık grevi direnişi sonrasında Sağmalcılar cezaevi havalandırmasında çekilmişti.

Memleketinin nice acılarla taşlaşmış kayaları gibiydi Hüseyin. Gürgen ağacı gibiydi. Yerinde sağlam durur ama ben buradayım diye bağırmaz. Canı yansa dili söylemez. Hatır bilir, kimseden bir şey istemez. Yükselenin yanına çıkmaz, düşene hemen el uzatır.

Mütevazı bir insandı Hüseyin Gürgen. O şarkıdaki gibi sessiz sitemsiz geçti Hüseyin’in bütün ömrü. Bana bir emaneti olmuştu yıllar önce, neyse ki sahip çıkabildim ona.

Kendi toprağında gömülmek istemişti Hüseyin. O da olamadı bu koşullarda. Uzun yıllar yaşadığı Gazi Mahallesinde yatıyor şimdi. Fakat çocukları söz verdi mezarı başında, mümkün olduğunda onu mutlaka götürüp köyünün mezarlığına koyacaklar.

Zor zamanında sarılamadım dostuma. Cenazesini uğurlayamadım arkadaşımın. Çocuklarına emanet ettik son selamımızı. Ey bahar çiçekleri yalnız bırakmayın ne olur arkadaşımı...

Bülent Aydın
18 Nisan 2020
bianet.org



FERİDE'YE MEKTUP

Desen: Cemil Cahit Yavuz

Çok zordur sevdiklerine sarılamamak. Uzak veya yakın bir yerde olduklarını bilmek, adeta kalp çarpıntısını duymak, omuz omuza olduğunu hissetmek ama ulaşamamak. Fakat kalın zindan duvarlarının ardındayken bile yan yana olmak pekala mümkündür. Üstelik sayılı gün değil, yıllar boyunca.

Daracık bir hücredeyken bile yüreğine bütün dünyayı sığdırabilirsin. Ve şimdi hepimiz evlerimizde adeta daracık hücrelere kapanmış gibiyken yıllardır evine, ülkesine, özgürlüğe, sevdiklerine hasret olanları belki daha iyi anlayabiliriz...


28 Mart 2020


***


YAN YANA

                      -Feride’ye-

 

Merhaba aşina yüz, güzel göz
acılı yürek
yine önümüze
kürek kürek hasret koydun
biz az once
can kardeşin, ben kardeşin
ve diğer Güneyli kardeşin
güneşle yıkadık ak düşmüş saçlarımızı
kırk beş dakika güneş
kırk beş dakika güneşli gözler
kulakların çınlasın
seni andık
seni seven ve daima yanında olanlardık
sonra
güneşsizliğe dönüşümde
okudum bozuk gözlerime ince gelen yazını
orası da yaz mı Çalıkuşu?


Merhaba
duvarı bire indiremedin ama
bir yol var
yum gözünü
yum ve sık şu demir kapı gibi
bizi göreceksin duvarı değil
çok oldu gün
yıl bile çok
dostlar, dostlar, dostlar
sesi su
su verir can ağacımıza
acılı haberlere doyduk
dostlara asla!
Yum gözlerini yüreğinin vuruşunu dinle
benimki de içinde
kardeşininki de…

Merhaba
güzel gözlü yürek
adının çağrışımı
Çalıkuşu
şakıyor mektubun biliyor musun?

Duygu yitimi kim
biz kim?
Bağrımıza sokulan mızrak
yeşerip çiçek açacak
bilmez misin
damla damla damıtılan nedir
yıkılmayan nedir, yıkılmayan?
Bak
şu duvara bir çentik atıyorum
binbirinci kez haykırıyorum
and olsun
şart olsun!..

 

Merhaba birlikte içilen çaylar
merhaba şen yollar
kuşkulu kaldırımlar
sert sözlü birliktelikler
yürek tetiktelikler
gözüne mi, battık güneşin
sanmam
olsa olsa gecenindir
o hayın karanlık
bize kinlidir
bilmez misin
belki çok yaşamadık
güneşi çok sevdik ama
bundandır
dağlanır yüreğin
gülersin.

 

Eğer yaşadığınca konuşuyorsa insan
kısa sohbetlerimizde
yüz cümle üst üstedir
her şiirde bin satır
bir sayfada on mektup
vay gülüm
selam ne kelime
sevgi ne
bir ezgi düşün
duyulmaz bir türkü
birlikte söylenmiştir
sevinçte ve zulümde
kavgada ve ölümde
bir ezgi düşün can kardeş
en karanlık gecede
sevda türküsü
su verir çeliğimize
elim kırılsın
yazamıyorum
gözlerini gözüme dikmelisin
başka türlü

Mümkünü yok
anlatamam!

Resminiz hele gelsin
karşıma koyup
bir demet gül çizeceğim
size bakarak
gülmeyi hiç ihmal etmeyin
hem de çınlatarak
kalk
bir seslen gece gündüz bakıştıklarına
kollarını en geniş açıp
en güzel cümleni söyle
cümlemiz olsun.

 

Biz de iyiyiz

çatlasın duvar
biz iyiyiz yaz akşamı
biz iyiyiz mavi sular
biz de iyiyiz dostlar
yoğun yaşanıyor
ama mertçe
zor ve kardeşçe
görülmedik bir çiçek gibi
onurlu
bak ellerim titriyor hıncımdan
bizi ne bilecek bu
siyah demir parmaklık
yüzümdeki yansısını görse
hırsından paslanırdı
saçını tara
bak aynaya
gözlerinin içine

Gözlerimize
ne soruyorsun
biz iyiyiz.

 

Bir sıkışma yüreğimde
çaresi yok
türkü söyleyeceğim
hem de şu notasız sesimle
ve şiir yazacağım
beceremesem de
ah bu ışık
ah bu ses
bu ezgi
haydi
hoşça kal aşina yüz güzel göz
acılı yürek
yine önümüze
kürek kürek hasret koydun
hoşça kal.

 

Bülent Aydın

Yaz 1985

Sağmalcılar Özel Tip Cezaevi


(Dostlarım, Bülent Aydın, Şubat 1986)



"Dostlarım" kitabı için el işi kutlama kartı
(13 Mart 1986 - Bartın Cezaevi)