BİZİM ÖYKÜMÜZÜN GERÇEK KAHRAMANLARINDAN...
Bizim öykümüzün gerçek kahramanlarından Necip Polat, 1 Şubat 2006'da Kırşehir - Çiçekdağı'ndaki baba evinde hayatını kaybetti. Haberi alır almaz yola çıktık dört koldan. Ertesi gün evinin karşı yamacındaki mezarlıkta karları açıp memleketinin kıraç toprağına verdik onu.
Mezarının başında yaptığımız mütevazi törende konuşurken şöyle özetledim Necip'in 53 yıllık yaşamının bizim bildiğimiz bölümünü: "Çiçekdağı’nın, Yıldız İDMMA’nın, Beşiktaş’ın, Boğaz'ın, Örnektepe’nin, Gayrettepe İşkencehanesi’nin, 12 Eylül mahkemelerinin, Sultanahmet Cezaevi’nin ve İstanbul’un inatçı devrimcisi güle güle, seni hiç unutmayacağız."
Daha boyu yetişmeden babasının kamyonunun direksiyonuna geçtiğinden başlayarak, hayata, ölüme ve kendine karşı uzun bir direnişti onu yaşamı. Bu dünyadan bir iğne bile almadan çekip gitti. Dostluğu ve anıları bize kaldı...
Necip Polat, ölümünden bir yıl önce kötülemiş, bir süre hastanede tedavi görmüştü. Onu hastaneden çıkarıp, yıllar sonra tekrar Çiçekdağı'na anasının yanına uğurladıktan sonra yazdığım aşağıdaki yazı, 11 Şubat 2005'te Birgün gazetesinde yayınlanmıştı.
Onu sevgiyle anıyorum.
Mezarının başında yaptığımız mütevazi törende konuşurken şöyle özetledim Necip'in 53 yıllık yaşamının bizim bildiğimiz bölümünü: "Çiçekdağı’nın, Yıldız İDMMA’nın, Beşiktaş’ın, Boğaz'ın, Örnektepe’nin, Gayrettepe İşkencehanesi’nin, 12 Eylül mahkemelerinin, Sultanahmet Cezaevi’nin ve İstanbul’un inatçı devrimcisi güle güle, seni hiç unutmayacağız."
Daha boyu yetişmeden babasının kamyonunun direksiyonuna geçtiğinden başlayarak, hayata, ölüme ve kendine karşı uzun bir direnişti onu yaşamı. Bu dünyadan bir iğne bile almadan çekip gitti. Dostluğu ve anıları bize kaldı...
Necip Polat, ölümünden bir yıl önce kötülemiş, bir süre hastanede tedavi görmüştü. Onu hastaneden çıkarıp, yıllar sonra tekrar Çiçekdağı'na anasının yanına uğurladıktan sonra yazdığım aşağıdaki yazı, 11 Şubat 2005'te Birgün gazetesinde yayınlanmıştı.
Onu sevgiyle anıyorum.
(1 Şubat 2011 / ww.turnusol.biz)
***
BOZKIRIN İNADI
Ocak ayının son günlerinde, Ankara'da aldım onun ilk kötü haberini. "Durumu çok ağır, iki hastaneden ‘yapacak bir şey yok’ diye geri çevrildi" dedi telefondaki arkadaşımız. Acılara alışkın yüreğimde bir dal daha kırıldı sanki. Ama o daldan kalkan inatçı bir kuş da havalandı o an... Sakın çaresiz bırakmayalım! Hemen telefona sarıldım. Önce en yakın dostlar sonra hep yardıma hazır doktor ve sağlık çalışanı arkadaşlar...
Oysa daha geçenlerde aramıştım, konuşmuştuk. Sesi oldukça zayıf geliyordu, dili dolaşıyordu. Konuşurken ter kan içinde kaldığını hissediyordum. Ama "ben iyiyim merak etmeyin, biraz üşütmüşüm de..." demişti. Arkadaşlarla konuşmuş ama onun kötü hallerine epeydir alışık olduğumuzdan aldırmamıştık. "Acı patlıcanı kırağı çalmaz" diye geçirmiştim içimden. Oysa 3 aydır iyice kötülemiş durumuymış. Önce ayakları şişmiş, sonra bütün vucudu. Ağrılar dayanılmaz olunca ve nefes de alamamaya başlayınca aramış evine sığındığı kadın arkadaşı bizi.
İlk yetişen dostlar tarafından götürüldüğü Taksim İlkyardım Hastanesinde ‘geri dönüşü olmayan karaciğer sirozu’ tanısı konulmuş. Koma halinda hastaneye yatırılan Necip Polat'ın bu ilk yıkılışı değildir.
Ben daha öncesini bilmem ama onu sarsan ilk büyük darbe, İstanbul sokaklarında, işçi mahallelerinde, fabrikalarda, üniversite amfilerinde umudun ve öfkenin sel olup aktığı günlerdeydi. İDMMA'nın (Sonradan güzelim bahçesini çirkin binalarla doldurup adını da Yıldız Teknik Üniversitesi yaptılar) devrimci öğrencisi Necip'in can dostu, yoldaşı; Yıldız'ın ve Beşiktaş'ın yakışıklı gençlik lideri Ayhan Aksoy, çaresiz ve karanlık bir gecede. kıyıvermişti canına. Öyle çok ölüyorduk ki o sıralar, Ayhan'ın gülümseyen ve soran yüzü bir süre kaldı belleğimizde ve duvarlarda ama biz unuttuk. Necip hiç unutmadı. Çakmak kara gözleri öfkeyle doldu o günlerde ve bir daha hiç gülemedi eskisi gibi...
Duramadı oralarda, aşağı mahallelerin direnişinde önce nefer oldu, sonra önlerine düştü. Ekmek kavgası, can pazarı iç içeydi, günler bıçak sırtı, bir yanı mücadele ve umut – bir yanı ateş ve ölüm.
İkinci ağır darbe, 12 Eylül işkencehanelerinde yaşadıklarıydı Necip'in. Duvarların dili yok ama hala anlatırlar o karayağız delikanlının ölümlerden ölüm beğendiği, yıkıldığı ama yenilmediği uzun geceleri. Etleri, bilinci ve yüreği lime lime edildi. "Biz seni öldürdük oğlum, artık eskisi gibi hiç olmayacaksın, yavaş yavaş bitirecek seni bu acılar" dediler. İşkencecilerin yaptıklarından zindancılar bile koktu. Birkaç kez gidip geldi aralarında. Teslim almadılar bedenini. "Ölmüş yahu bu" dediler. Hastanede biraz onardılar, bir kolunda serum, ayaklarında zincir...
Zincirden de inatçıydı bizim Necip. Cezaevine geldiğinde yarısından çoğu sakattı. Hayaları patlamış, karaciğeri tahrip olmuş, kulakları duymaz, akciğeri hasta ama gözleri yine çakmak çakmaktı. Şimdinin beş yıldızlı oteli, Sultanahmet Cezaevi’nin mermerlerinden sertti demir çubuklar... Her gün, her gün yeniden başlıyordu eziyet. Gecelerin uzun, hayatların ucuz, duvarların kalın ve acıların yoğun olduğu 12 Eylül günleri...
Orada da direnişin simgelerinden biri oldu Necip. Gece olup demir coplar kınına, kurt köpekleri inine, nöbetçiler kulübelerine çekilince koğuştakilere Kırşehir'in Çiçekdağı'ndan yeşil yeşil filizlenen öyküler anlatır, kahkahalar atar, çayını neşeyle yudumlardı. Direncinin simgesi biricik kızının doğduğu gün, yeniden ilk gençliğindeki gibi baktı gökyüzüne. Sanki kalın demirler erimiş, gül bahçesi olmuştu betondan avlu...
***
BOZKIRIN İNADI
Ocak ayının son günlerinde, Ankara'da aldım onun ilk kötü haberini. "Durumu çok ağır, iki hastaneden ‘yapacak bir şey yok’ diye geri çevrildi" dedi telefondaki arkadaşımız. Acılara alışkın yüreğimde bir dal daha kırıldı sanki. Ama o daldan kalkan inatçı bir kuş da havalandı o an... Sakın çaresiz bırakmayalım! Hemen telefona sarıldım. Önce en yakın dostlar sonra hep yardıma hazır doktor ve sağlık çalışanı arkadaşlar...
Oysa daha geçenlerde aramıştım, konuşmuştuk. Sesi oldukça zayıf geliyordu, dili dolaşıyordu. Konuşurken ter kan içinde kaldığını hissediyordum. Ama "ben iyiyim merak etmeyin, biraz üşütmüşüm de..." demişti. Arkadaşlarla konuşmuş ama onun kötü hallerine epeydir alışık olduğumuzdan aldırmamıştık. "Acı patlıcanı kırağı çalmaz" diye geçirmiştim içimden. Oysa 3 aydır iyice kötülemiş durumuymış. Önce ayakları şişmiş, sonra bütün vucudu. Ağrılar dayanılmaz olunca ve nefes de alamamaya başlayınca aramış evine sığındığı kadın arkadaşı bizi.
İlk yetişen dostlar tarafından götürüldüğü Taksim İlkyardım Hastanesinde ‘geri dönüşü olmayan karaciğer sirozu’ tanısı konulmuş. Koma halinda hastaneye yatırılan Necip Polat'ın bu ilk yıkılışı değildir.
Ben daha öncesini bilmem ama onu sarsan ilk büyük darbe, İstanbul sokaklarında, işçi mahallelerinde, fabrikalarda, üniversite amfilerinde umudun ve öfkenin sel olup aktığı günlerdeydi. İDMMA'nın (Sonradan güzelim bahçesini çirkin binalarla doldurup adını da Yıldız Teknik Üniversitesi yaptılar) devrimci öğrencisi Necip'in can dostu, yoldaşı; Yıldız'ın ve Beşiktaş'ın yakışıklı gençlik lideri Ayhan Aksoy, çaresiz ve karanlık bir gecede. kıyıvermişti canına. Öyle çok ölüyorduk ki o sıralar, Ayhan'ın gülümseyen ve soran yüzü bir süre kaldı belleğimizde ve duvarlarda ama biz unuttuk. Necip hiç unutmadı. Çakmak kara gözleri öfkeyle doldu o günlerde ve bir daha hiç gülemedi eskisi gibi...
Duramadı oralarda, aşağı mahallelerin direnişinde önce nefer oldu, sonra önlerine düştü. Ekmek kavgası, can pazarı iç içeydi, günler bıçak sırtı, bir yanı mücadele ve umut – bir yanı ateş ve ölüm.
İkinci ağır darbe, 12 Eylül işkencehanelerinde yaşadıklarıydı Necip'in. Duvarların dili yok ama hala anlatırlar o karayağız delikanlının ölümlerden ölüm beğendiği, yıkıldığı ama yenilmediği uzun geceleri. Etleri, bilinci ve yüreği lime lime edildi. "Biz seni öldürdük oğlum, artık eskisi gibi hiç olmayacaksın, yavaş yavaş bitirecek seni bu acılar" dediler. İşkencecilerin yaptıklarından zindancılar bile koktu. Birkaç kez gidip geldi aralarında. Teslim almadılar bedenini. "Ölmüş yahu bu" dediler. Hastanede biraz onardılar, bir kolunda serum, ayaklarında zincir...
Zincirden de inatçıydı bizim Necip. Cezaevine geldiğinde yarısından çoğu sakattı. Hayaları patlamış, karaciğeri tahrip olmuş, kulakları duymaz, akciğeri hasta ama gözleri yine çakmak çakmaktı. Şimdinin beş yıldızlı oteli, Sultanahmet Cezaevi’nin mermerlerinden sertti demir çubuklar... Her gün, her gün yeniden başlıyordu eziyet. Gecelerin uzun, hayatların ucuz, duvarların kalın ve acıların yoğun olduğu 12 Eylül günleri...
Orada da direnişin simgelerinden biri oldu Necip. Gece olup demir coplar kınına, kurt köpekleri inine, nöbetçiler kulübelerine çekilince koğuştakilere Kırşehir'in Çiçekdağı'ndan yeşil yeşil filizlenen öyküler anlatır, kahkahalar atar, çayını neşeyle yudumlardı. Direncinin simgesi biricik kızının doğduğu gün, yeniden ilk gençliğindeki gibi baktı gökyüzüne. Sanki kalın demirler erimiş, gül bahçesi olmuştu betondan avlu...
Boynunda hep kalın bir urganla yargılandı o darağacı mahkemelerinde ve son duruşmasında beraat etti. Hakimin kıramadığı kalemi sanki hırsından çatladı o an. Alaca karanlık günlerin birinde uğurladık tecrit bölümünden onu "dışarda görüşürüz" dedi giderken. Birlikte yattığımız ranzanın üst katını, beyaz montunu, traş tasını, özgün küfürlerini, anılarını ve kitaplarını bıraktı bize.
Yıllar sonra bizler de çıktık dışarı. Yeniden sımsıkı sarıldığımızda kara gözleri puslanmış, saçlarında aklar, yüzünde çizgiler çoğalmıştı. Necip, benden 5 yaş büyük, 1953 doğumludur. Takipler, baskılar, korkular, işsizlik, solsuz - soluksuz günler ona çok ağır gelmişti.
Acılarının yoldaşı ay parçası eşi, kızını da alıp gitmiş - evi ocağı dağılmış, örselenmiş, dostları eksilmiş, çok şey ağırına gitmiş ama işte yine de ayakta kalmıştı.
İşyeri yine dost sohbetleriyle dolar, yardım isteyenin yardımına koşar, `teşkilatı' yeniden toparlama planları yapar, yemez yedirir ve her fırsatta içerdi de... İnat onun bozkır toprağından geliyordu sanırım. Necip, her şeyle inatlaşırdı. Kavgada, işkencede, sevdada ve hastalıkta hep inatçıydı... Alkol dokunuyordu zaten hırpalanmış bünyesine. Vücudu artık pes ediyor ama gözleri ve beyni hiç durmuyor ve yorulmuyordu... Geceleri uyumaz, doğru düzgün beslenmez, gündüz birkaç saat kestirir yine ayaklanırdı.
Necip'i yıkan üçüncü darbe biricik kızından ayrılışıdır. O kız ki, adını onun inadından, gözlerinin karasını gözlerinden, çiçek kokusunu onun memleketinden almıştı. Ama olmadı işte, 12 Eylül faşizminin gaddarca yıkıp geçtiği hayatlardan birisiydi Necip'inki. Kızı da bir gün ona arkasını dönüp gittiğinde hava biraz daha ayaz, sızıları daha çekilmez olmuştu. Biraz daha içse hafifler miydi acaba yüreğinin ağrısı?
Hafiflemedi hiçbir şey. Önce işyerini kapattı. Elindekini çalışanlarına, eşyalarını lazım olana dağıttı. Daralttı çemberini, biraz daha içeri çekildi kendi kabuğuna... İşte çok sıkışınca aradığı birkaç dost, düşecekken yaslandığı birkaç omuz kalmıştı, o kadar…
Derken, gün oldu umudu yeniden canlandı. Arkadaşları da içinde birleşildi, tartışma süreçleri açıldı. 'Yıllardan sonra, yollardan sonra yeniden yanyana' gelindi, parti kuruldu. Çok sevindi Necip, aşağı mahallelerde gönüllü propagandacı oldu o günler. Seçimlere girildi. Sonuçlar istenildiği gibi olmadı, aradı partili arkadaşlarını `inatçı olun, daha çok erken' dedi. `Bunun yarını da var, sakın umudunuzu yitirmeyin' dedi.
Arkadaşları da içinde, birleşildi gazete çıkarıldı, çok beğendi Necip. Bir şeyi yoktu katacak,yüreğini kattı. Hastanede kaldığı 10 gün boyunca bile hiç aksatmadı gazetesini aldırmayı, okumayı...
Son yıkıcı darbe karaciğerinden geldi işte. Çalışmıyordu artık karaciğeri, işini yapamıyordu...
Ankara dönüşü hastaneye geldiğimde, iki kere geçmişim önünden onu tanıyamadan. Çökmüş, başka birisi olmuştu sevgili arkadaşım. Bir gözleri kalmıştı tanıdık. Sesi çıkmıyordu inleme dışında. Güçsüz ellerini sıktım, kulağına fısıldadım: "Dayan kardeşim. Eğer tıbben mümkünse ve sen istersen bunu da yenersin. Unuttun mu, anamız bizi zor günler için doğurdu. Arkadaşlar seni soruyor, buraya gelecekler, yarın seni böyle görmesinler..." Ayrılırken ne istediğini sordum "Bana kitap getir" diye fısıldadı...
Eski dostlar, hemen geldiler. İlaç gibi geldi dokunuşları Necip'e. Bu kez de onlara tutundu. Duyup gelenler, onu ilk orada tanıyanlar da oldu. Doktorları 'bünyesi dayanamaz' dediler ama dayandı işte. Eski halinde olamayacak ama şimdilik ayağa kalktı yeniden. Bilenler bilir, siyasi tahliller yapmaya ve ağız dolusu küfür etmeye bile başladı...
İstanbul'un bembeyaz kara ve soğuğa kestiği bir Şubat gününde taburcu ettiler Necip'i. Anası arıyor ilk günden itibaren bizi: "Gönderin oğlumu artık bana!" Bu havada gidemez diye sarıp sarmaladık, Taksim İlkyardım'dan alıp Bağcılar Hastanesine götürdük. 2 gece de orada yattı sıcak ve yumuşak yatağında. İyi geldi acıyan bedenine. Telefonlar, gelen giden, iyi geldi acıyan yüreğine. Sağolun iyi yürekli, dayanışma neferi eski dostlar, zor günlerde ortaya çıkanlar, iyi ki varsınız...
Yıllar sonra bizler de çıktık dışarı. Yeniden sımsıkı sarıldığımızda kara gözleri puslanmış, saçlarında aklar, yüzünde çizgiler çoğalmıştı. Necip, benden 5 yaş büyük, 1953 doğumludur. Takipler, baskılar, korkular, işsizlik, solsuz - soluksuz günler ona çok ağır gelmişti.
Acılarının yoldaşı ay parçası eşi, kızını da alıp gitmiş - evi ocağı dağılmış, örselenmiş, dostları eksilmiş, çok şey ağırına gitmiş ama işte yine de ayakta kalmıştı.
İşyeri yine dost sohbetleriyle dolar, yardım isteyenin yardımına koşar, `teşkilatı' yeniden toparlama planları yapar, yemez yedirir ve her fırsatta içerdi de... İnat onun bozkır toprağından geliyordu sanırım. Necip, her şeyle inatlaşırdı. Kavgada, işkencede, sevdada ve hastalıkta hep inatçıydı... Alkol dokunuyordu zaten hırpalanmış bünyesine. Vücudu artık pes ediyor ama gözleri ve beyni hiç durmuyor ve yorulmuyordu... Geceleri uyumaz, doğru düzgün beslenmez, gündüz birkaç saat kestirir yine ayaklanırdı.
Necip'i yıkan üçüncü darbe biricik kızından ayrılışıdır. O kız ki, adını onun inadından, gözlerinin karasını gözlerinden, çiçek kokusunu onun memleketinden almıştı. Ama olmadı işte, 12 Eylül faşizminin gaddarca yıkıp geçtiği hayatlardan birisiydi Necip'inki. Kızı da bir gün ona arkasını dönüp gittiğinde hava biraz daha ayaz, sızıları daha çekilmez olmuştu. Biraz daha içse hafifler miydi acaba yüreğinin ağrısı?
Hafiflemedi hiçbir şey. Önce işyerini kapattı. Elindekini çalışanlarına, eşyalarını lazım olana dağıttı. Daralttı çemberini, biraz daha içeri çekildi kendi kabuğuna... İşte çok sıkışınca aradığı birkaç dost, düşecekken yaslandığı birkaç omuz kalmıştı, o kadar…
Derken, gün oldu umudu yeniden canlandı. Arkadaşları da içinde birleşildi, tartışma süreçleri açıldı. 'Yıllardan sonra, yollardan sonra yeniden yanyana' gelindi, parti kuruldu. Çok sevindi Necip, aşağı mahallelerde gönüllü propagandacı oldu o günler. Seçimlere girildi. Sonuçlar istenildiği gibi olmadı, aradı partili arkadaşlarını `inatçı olun, daha çok erken' dedi. `Bunun yarını da var, sakın umudunuzu yitirmeyin' dedi.
Arkadaşları da içinde, birleşildi gazete çıkarıldı, çok beğendi Necip. Bir şeyi yoktu katacak,yüreğini kattı. Hastanede kaldığı 10 gün boyunca bile hiç aksatmadı gazetesini aldırmayı, okumayı...
Son yıkıcı darbe karaciğerinden geldi işte. Çalışmıyordu artık karaciğeri, işini yapamıyordu...
Ankara dönüşü hastaneye geldiğimde, iki kere geçmişim önünden onu tanıyamadan. Çökmüş, başka birisi olmuştu sevgili arkadaşım. Bir gözleri kalmıştı tanıdık. Sesi çıkmıyordu inleme dışında. Güçsüz ellerini sıktım, kulağına fısıldadım: "Dayan kardeşim. Eğer tıbben mümkünse ve sen istersen bunu da yenersin. Unuttun mu, anamız bizi zor günler için doğurdu. Arkadaşlar seni soruyor, buraya gelecekler, yarın seni böyle görmesinler..." Ayrılırken ne istediğini sordum "Bana kitap getir" diye fısıldadı...
Eski dostlar, hemen geldiler. İlaç gibi geldi dokunuşları Necip'e. Bu kez de onlara tutundu. Duyup gelenler, onu ilk orada tanıyanlar da oldu. Doktorları 'bünyesi dayanamaz' dediler ama dayandı işte. Eski halinde olamayacak ama şimdilik ayağa kalktı yeniden. Bilenler bilir, siyasi tahliller yapmaya ve ağız dolusu küfür etmeye bile başladı...
İstanbul'un bembeyaz kara ve soğuğa kestiği bir Şubat gününde taburcu ettiler Necip'i. Anası arıyor ilk günden itibaren bizi: "Gönderin oğlumu artık bana!" Bu havada gidemez diye sarıp sarmaladık, Taksim İlkyardım'dan alıp Bağcılar Hastanesine götürdük. 2 gece de orada yattı sıcak ve yumuşak yatağında. İyi geldi acıyan bedenine. Telefonlar, gelen giden, iyi geldi acıyan yüreğine. Sağolun iyi yürekli, dayanışma neferi eski dostlar, zor günlerde ortaya çıkanlar, iyi ki varsınız...
Bu sabah, Ankara'dan gelen delikanlı yeğenine emanet edip, hastane günlerinde ona refakat eden diğer yeğeniyle birlikte yolladık Necip Polat’ı memleketi Çiçekdağı'na. Belki artık sağlıklı değil ama işte yine inatçı ve umutlu... Uğurlamaya yetişemedik, daha doğrusu sabah erkenden‘siz rahatsız olmayın gelmeyin buralara ben yola çıkıyorum’ diye aradı. “Sağolun” dedi sadece...
Sen sağ ol kardeşim. Biz değil seni bu kez yine inadın kurtardı yigit dostum. Seni kaç kez yıkan sonra ayağa kaldıran inadın... Yolun açık olsun. Ne olur dindir artık yüreğinin ve beyninin uğultusunu. Kendine iyi bak. Biz seni memleketinin kuşlarına ve ihtiyar annene emanet edelim. Ne olur bir süre tek derdin, `bu bayiye gazetem niye gelmiyor' olsun...
Dedim ya, bizim öykümüzün gerçek kahramanlarından biridir Necip Polat. Yıllar sonra işte bugün, sevdasının ve kavgasının şehrinden, doğduğu yere uğurluyoruz onu. Dostlarının sevgisi kuru bedeninde bir dal yeşertti. Biliyorum, tutunacak bu dala, yine umutla parlıyor gözleri.
Siz de sallayın ardından mendilinizi.
(11 Şubat 2005, Birgün)Sen sağ ol kardeşim. Biz değil seni bu kez yine inadın kurtardı yigit dostum. Seni kaç kez yıkan sonra ayağa kaldıran inadın... Yolun açık olsun. Ne olur dindir artık yüreğinin ve beyninin uğultusunu. Kendine iyi bak. Biz seni memleketinin kuşlarına ve ihtiyar annene emanet edelim. Ne olur bir süre tek derdin, `bu bayiye gazetem niye gelmiyor' olsun...
Dedim ya, bizim öykümüzün gerçek kahramanlarından biridir Necip Polat. Yıllar sonra işte bugün, sevdasının ve kavgasının şehrinden, doğduğu yere uğurluyoruz onu. Dostlarının sevgisi kuru bedeninde bir dal yeşertti. Biliyorum, tutunacak bu dala, yine umutla parlıyor gözleri.
Siz de sallayın ardından mendilinizi.
***
Necip Polat’a
Bozkır gibi sert ve inatçıydı
Acıyla gülerdi alnının derin çizgileri
Herkese anlatmaz kimseyi dinlemez
Doğru bildiğinden hiç şaşmaz
Özlüyorum ranza sohbetlerimizi
Şimdi uzak bir öykü olan
Zor geçitlerden aşan gençliğimizi
Dinleme sen onun küfürlerini
Hep biraz nemliydi çakmak gözleri
Acılardan süzülmüş gibi
Benden sonra dinlersin diye bıraktığı
Bozlak CD’si gibi yanık ciğeri
İflas ettiğinde dünyanın kahrına
53 yaşındaydı üzerinden 15 yıl geçti
Karlar altında yatar o günden beri
Yakışıklı direngen genç bedeni
Kaç kişiydik zaten bak kaçı gitti
Elbet dönecek bu devran derdi
Kalanlarda yaşar idealleri
Sokaklarda bilenir o günden beri
Büyük insanlığın geleceği
1 Şubat 2021
Bülent Aydın